9 Eylül 2015 Çarşamba

İhanet Uykusu (FİNAL)

İHANET UYKUSU (FİNAL)
İhanet soğuk yenen bir yemektir.
Hava gittikçe kapanıyor ben ise yol yorgunluğu ile kamyonetin direksiyonunu hala umutsuz şekilde sallıyordum. Aklıma düşen büyük cehennemden sonra hala Nijerya’nın o pis havasını güneşin doğmasına rağmen soluyordum. En sonunda telefonum titredi.  Bu zamana kadar nasıl hala şarjının kaldığına kafam basmamıştı fakat düşünmem gereken daha büyük sorunlarım olduğu için pekte irdelememiştim.  Telefonun mesaj kutusuna baktım.
“Otkuku Motel &Bar. İbadan’a girdikten sonra 1 km ileride. Orada bağlantımız seni bulacaktır. “
Bağlantının beni bulması oldukça sevindirici bir haberdi. Güvenilir ve uğraşsız. Bu yorgunluğun ardından başka ne isteyebilirdim ki hem?
 Yaklaşık 1 saat sonra İbadan’a varmış, yolun kenarlarındaki mekanlara göz gezdiriyordum En sonunda etrafı çorak bir arazi olan ortalama bir bardan büyük bir restoran dikkatimi çekmişti. Mesajda geçen Otkuku burasıydı ancak sondaki U harfi Nijerya’nın acımasız atmosferine kurban gitmişti. Kamyoneti araziye doğru sürüp mekanın önünde park ettim. Ayaklarım arazinin irili ufaklı taşları olan zemine basmıştı.  İçeriye doğru yürürken ayağımdan çıkan ses tüm beynimi rahatsız ediyordu. En sonunda kapıdan içeriye girdim. Küçük bir barı ve hemen önünde birçok masası olan ahşap tarzında bir yerdi. Masalardan biri hariç hepsi aynıydı ve mekan neredeyse bomboştu.
 Farklı olan masada kalbimi yakan zaman önce yerinden sökebilecek kadar hızlı çarptıran kadın oturuyordu. Masa farklıydı çünkü Johari’nin kıçı o sandalyede oturuyordu ve söylemem gerekli; o sandalye Nijerya’da böyle bir kıç bulduğu için oldukça şanslı olmalıydı. Mekanı daha fazla süzmeden hemen Johari’nin karşısına oturdum. Menüyü inceleyen güzel gözleri bir anda şaşkınlıkla bana baktı. Biraz heyecanlanmış gibiydi ama eminim benim heyecanımın yanında biraz sönük kalırdı. Menü hala ellerindeydi ama artık gözleri benimdi. Gülümsedim ve konuşmaya başladım.
“Bağlantım sen misin?”
“Evet benim. Beğendiremedik mi?”
“Bir bağlantı olmak için fazla güzelsin.”
“Ellerinde bu vardı.”
Gülümsedim ve menüyü elime alıp ilgileniyormuş gibi yaptım. Bu sırada Johari’de aynı şekilde menüye bakmaya devam etti.
“Aç mısın?” diye sordu. Sesi oldukça nazikti.
“Dün gece yeterince duman ve kanla beslendim.”
“İyi bir akşam yemeği olmuş.”
“Kahvaltı için hala yerim var. Ama sen ısmarlıyorsun.”
“Elbette” dedi. Ardından garsona seslenip iki adet kahvaltı menüsü sipariş etti. Garson Johari’nin içine düşecek gibi olunca kadıncağız iki kez tekrarlamak zorunda kaldı.
Ah şu erkekler!
Menüyü boş boş çevirdikten sonra masaya bırakıp gözlerimi Johari’ye diktim. Kendisi de menüyü çoktan bırakmış çantasından çıkardığı dağınık kağıtları toplayıp onlara göz gezdirmeye çalışıyordu. Pek fazla konuşma heveslisi değildim ama onu özlemedim de diyemezdim. İlginç şekilde ışıldayan gözlerine bakma ihtiyacı duyuyordum.
“Orada benlik bir şey var mı?”
“Pek değil. Seninkiler kafamın içinde.”
“Kalbinde de bir şeyler yok mu?”
Johari gözlerini bana doğrultarak gülümsedi ve tekrar kağıtlara bakmaya devam etti. Kendimi oturduğum sandalyeden geriye doğru yaslayarak derin şekilde esnedim. Bu sırada kahvaltılarımız gelmişti. Bir tabakta servis edilmiş çeşitli baharatlarla harmanlanmış haşlanmış yumurtalar birkaç sebze adını getiremediğim sebzeler peynir ve birkaç zeytin tanesi tabaklarımızda duruyordu. Johari değişik gözüken bir çay sipariş etmişti benimde kahve sevdiğimi biliyordu. Hemen ayılmak adına kahvemden büyük ve dil yakıcı bir yudum aldım. Yüzümün ekşimesi Johari’yi güldürdü. Sanki hiçbir şey için acelemiz yokmuş gibi bu anın tadını çıkarıyordu.
Kahvaltılarımızı yaptıktan sonra çay ve kahveler yenilendi. Garson her gelişinde bir öncekinden daha mutlu ve azgın görünüyordu. Her gidiş gelişinde pantolonu biraz daha büyüyordu. Bunda Johari’nin V yakalı tişörtünden görünen memeleri büyük rol oynuyordu. Üstten bakınca elbette daha fazlasını görebiliyordunuz bunu bilmemin sebebi ilk oturuşta benim de bakmamdı.
Kahvemden yeni bir yudum daha aldım ne kadar soğumuş olsa da yine dilimi yakıyordu. Bu sırada Johari bu sahte çift buluşmamızı resmiyete döktü
“Artık iş konuşalım mı?”
“Dinliyorum.”
“Son bir işin var.”
“Konuşmalarımızda bu son iş yoktu. Daha başka bir iş bekliyordum Johari neler dönüyor.”
“Hikaye uzun. Yapman gereken söylediklerimizi harfiyen yerine getirip bize güvenmen.             “
“Size güvenmem için hikayeyi bilmem gerekiyor.”
Johari gözlerini devirdi ve biraz sıkılmış şekilde üfledi.
“Bana hala güvenmiyor musun?” dedi.
“Biz seviştik Johari, evlenmedik.”
Tam o sırada Johari ellerimi tuttu. İlk kez ellerimi tutmuştu. İster istemez kalp ritimlerim bozuldu ama belli etmek istemedim. İstese o an bize servis açan adamın sikini havaya bile uçurabilirdim ama taviz vermeyip formalite de olsa hikayeyi bilmem gerekiyordu. Ben bunları hesaplarken o beynim yerine kalbime çalışmayı tercih etti. Tanrım ne kadar da güzel bakıyor.
“Senin için Safir’e ihanet ettim. Seni kurtarmak için hayatımı tehlikeye attım. Ama hala kalkıp bana evlenmedik diyorsun. Evli olduğum adama senin için neler yaptığıma bak. Biraz olsun güveni hak etmiyor muyum? Bir kez olsun bir pislik gibi davranmayı bırakamaz mısın?”
Sözleri iğneleyici olsa da ses tonu bana güzel bir senfoniden küçük bir alıntı gibi geliyordu. Kahvemden bir yudum alıp büyüye kapılmamayı seçtim.
“Hala onun elini tutuyorsun Johari. Ben yalnız bir adamım. “
“Hayal kırıklığına uğratıyorsun beni.”
“Seni bırakıp gittikten sonra ne yaptım biliyor musun? Bana ihanet eden tek güvendiğim arkadaşımı geberttim. Lütfen uzatmanın manası yok. Kulaklarım sende.”
Elimi elinin üzerinden çekmek istedim ama bunu yapacak kadar ne cesaretim vardı nede isteğim.
“Bu son yaptığımız patlamanın ardından diğer kolonilerde düştü. İsyancılarımız kısa zamanda oradaki silahları da ele geçirip Lagos’a sızdılar. Şu an Boko Haram’a Nijerya’da silah sağlayabilecek tek yer Ahad’ın şehirdeki küçük depoları ve ana merkezi. Villası ve onun yakınları. Normalde ikinci bölgeye gidecektin ama gerek kalmadı bu yüzden direk olarak Ahad ile görüşme vaktin geldi.”
“Ahad’ın evine elimi kolumu sallayarak ben Elrich’im diyerek girmemi mi bekliyorsun?”
“Hayır, onu arayıp Spinoza olduğunu söyleyeceksin.”
Duraksadım. Bir anda beynim durmuş gibiydi. Gülümseyip devam ettim.
“Kocanla sen beni öldürmek için oturup bu planı mı yaptınız? Çok amatörce.”
“Yanlış sorular soruyorsun.. pardon aslında soru bile sormuyorsun. Biraz kendini verebilir misin!?”
Kendimi onun haricinde hiçbir şeye veremiyordum. Yine devam ettim.
“Şu güzide ve zeki planınızı bana detayıyla anlat”
“Yaptığımız baskınlarda Boko Haram ile ilgili birkaç plan bulduk Ahad gibi birinin eline geçmesini istediği planlar. Bu planları satmak için Ahad’ı aramanı istiyorum. Onun bir buluşma ayarla ve belirlediğimiz mekana çağır. Ardından baskın yapıp onu kıskıvrak yakalayacağız.”
“Neymiş bu planlar?”
“İncelemen için vereceğim elbette planı kabul edersen.”
“Şu dağınık kağıtlar mı?”
“Evet.”
“Benlik bir şey olmadığını söylemiştin.”
“Hala öyleler. Eğer kabul edersen değişir tabi.”
Kaşlarımı çatıp biraz düşündüm ve ardından devam ettim.
“Ahad durumun kötüye gittiğinin farkındadır. Onu tek telefonumla dışarıya çıkarmam imkansız.”
“Eğer kendisinin bulunmaktan memnun olacağı güvenli bir mekansa mutlaka gelir.”
“Boko Haram bölgesinde onu nasıl kıskıvrak yakalamayı düşünüyorsunuz? Tanrı aşkına Johari bu bir plan değil bu benim ölüme giden yolum. Bu bildiğin uçurum.”
Johari’nin göz bebekleri büyüdü ve bana baktı. O güzel bakışlar sanki biraz daha güzelleşmiş gibiydi. Bakışları tüm vicdanıma tecavüz ediyor gibiydi. O kadar içliydi ki suratına bir tane vurabilirdim.
“Hayatını kurtardım. Ve şimdi de seni ölüme mi yolladığımı düşünüyorsun? Neden yapayım bunu?”
“Bilmiyorum. İkna et beni.”
“Sana Lagos’a girdiğimizi söyledim. Belirlediğimiz bir bölge var Ahad kendi kontrolüne sanıyor orayı ama değil. Hükümet ile görüştük polisler ve askerler her şey hazır.”
“Peki, neden öldürmek yerine onu hapse tıkıyorsunuz? Diğer adamları neden öldürdünüz?”
“Burası bir Cumhuriyet Spinoza. Ve hala öyle olduğunu göstermek için bu adamı kanuna teslim ettiğimizi herkes görecek. Umudu bitmiş bir halk yeniden kendisine gelecek. O pisliğin esaret altındaki canlı bedeni ölü bedeninden daha çok işe yarayacak. Bu insanların umuda ve ayağa kalkmaya ihtiyacı var. Boko Haram pisliğini ancak birleşirsek temizleyebiliriz.”
Anlattıkları büyük bir devrimi ve insanı dayanışmayı uyandıran birkaç olayı hatırlatıyordu ancak bunların çoğu umurumda değildi.
“Peki ya ben?”
“Ne olmuş sana?”
“Ben ne olacağım? Siz baskını yaptıktan sonra?”
“Hükümet ile çoktan görüşüldü. Bu iş biter bitmez ödemeni Safir yapacak ve bilmem ne havaalanına bir araba ile gönderileceksin. Oradan istediğin her yere gidebilirsin ama Lagos’a bir daha asla geri dönmemek şartıyla.”
Şu durumda ona güvenmekten başka şansım yoktu. Aslında istersem kafasına sert bir şeyle vurup onu kaçırmayı deneyebilirdim ancak büyük bir kabalık olur diye düşündüm.
En önemli soruyu sona bırakmıştım.
“Peki, neden Spinoza? Planlar elinizde değil mi? Bulun birilerini Ahad’a yakın sürü insan vardır. Neden ben?”
“Çünkü Ahad’ın en güvenilmez olarak tanıdığı paragöz biri sensin. Para için babanı bile satacağını biliyor ve bu yüzden sana inanmaya meyilli. Ayrıca bir beyazsın.”
“Oldukça kırıcıydı.”
Evet, oldukça kırıcı ve haklıydı. Nijerya’da ayrıca bana yapılan ırkçılık neredeyse beni rahatsız edecek düzeydeydi. Kahvemden büyük bir yudum alıp ayağa kalktım. Testislerim patlayacak gibiydi.
“Nereye gidiyorsun?”
“Tuvalete. Ne dersin bu kıçı kırık yerin tuvaletinde..”
“A hayır kalsın.” Dedi ve devam etti. “Bir yere kaçma yeter.”
“Sensiz mi?”
Ellerimi takımlarıma atıp hızlıca tuvalete koşup işimi gördüm. Ellerimi ve yüzümü yıkadıktan sonra iyice aynaya bakıp kendimi dinlemeye başladım. Son bir buluşma.. Birçok para ile birlikte bu labirentten ve Johari’nin kalbimde bıraktığı işkenceden kurtulacaktım. Hemde bir başbakan gibi özel olarak beni elleriyle götüreceklerdi. Onlara inanmamam yada güvenmemem için hiçbir sebep yoktu. Hem Johari.. Kalbimi 36 yerinden bıçaklayan bir kadın beni sırtımdan bıçaklamak istemezdi. Ona Safir’in hayatı boyunca dokunamayacağı şekilde dokunmuş tüm kötü tecrübelerinden arınana kadar sikmiştim.
Tekrar döndüğümde masada telefonla konuşuyordu. Hiç sesimi çıkarmadan yerime oturup kağıtlara elimi attım ancak bakmama izin vermedi. Kısa süre sonra telefonu kapatıp gözlerimin içine baktı.
“Kabul ediyor musun?”
“Elbette.”
Gülümsedi ve kağıtları bana doğru uzattı. Ben planları incelerken o da telefonun ile oynamaya başladı. Kağıtların her sayfasında yabancı olduğum terimler, şifreler, şemalar çizimler ve enteresan haritalar vardı. Zerre hiçbir sikim anlamıyordum ama ilgileniyormuş gibi yapmayı da ihmal etmiyordum. Hatta bir ara kaşlarımın birini çatıp dudaklarımı büzerek anlamışçasına kafamı salladım.
“Ona kısaca ne diyeceğim. Yani bu planların adı ne?”
“Bacuna Planları”
“Bundan anlayacak mı?”
“Elbette. “
“Onu nereden arayacağım ve hangi mekanda ?”
“Lagos merkezdeki oguntolu caddesi üzerinde Glads adlı bir restoran. 3 saat sonra. Telefonunda şarj var mı?”
Cebimden çıkarıp baktım. Hala biraz vardı. “Evet” dedim. O da telefonu il biraz daha oynayıp bana uzattı. Ahad’nın numarası yazıyordu. Hemen kendi telefonumdan numarayı çevirip arama tuşuna bastım. Çalıyordu. Beşinci de telefon açıldı
“Kimsin?”
Bu Ahad’dan başkası değildi.
“Uzun zaman oldu eski dostum.”
Telefonu ilk açıştaki umursamaz ses bir anda sessizliğe gömüldü. Kısa bir süre sonra ses şaşırmış bir tonla geri geldi.
“Kimsin sen dedim?”
“En yakın beyaz dostun. Ne çabuk unuttun? Arayıp sormasam dönmeyecektin.”
“Spinoza sen misin? Hangi cehennemlerdeydin?”
“Götümü yalamayı kes Ahad. Şu an bir cesetle konuştuğunu ikimizde biliyoruz. Beni öldürtmek istediğinden haberim var.”
“Anlamıyorum.”
“Neyi? Nasıl ölmediğimi mi? Bunu uzun uzun anlatacağım. Bu herifler senden beter orospu çocukları çıktı. Elimde senin isteyeceğin türden bir şey var pek bir bok anlamadım ama aldığım kişi bunu bana vermemek için hayatından olmayı göze aldı.”
“Neyden bahsediyorsun?”
“Bacuna Planları”
“Onların sende işi ne?”
“Telefonda anlatamam. Zamanım yok Safir’in adamları peşimde. Eğer bunları istiyorsan 3 saat sonra benimle Lagos merkezdeki oguntolu caddesi üzerinde Glads adlı restorantta  buluş. Yanında 10 bin naira getir. Sen planları al bende bu ülkeden siktir olup gideyim.”
“Sana nasıl güveneyim?               “
“Planların değerli olduğunu biliyorum Ahad. Seçtiğim yerde oldukça güvenli bölge. Kabul ediyor musun? Kaç adamla geldiğin umurumda değil yeter ki bu cehennemden gitmeme yardım et.”
“Anlaştık. 3 saat sonra görüşürüz.”
Telefonu kapatıp masaya koydum.
“Tamamdır. Hemen yola koyulsam iyi olur. Ancak varırım.”
“Benim arabayla gideceksin. Kamyoneti ben alırım bununla Lagos’a giremezsin.”
“Nasıl istersen.” Ayağa kalktım.
“Bekle birlikte kalkalım.”
Johari çantasını topladıktan sonra telefonumu kendisine alıp kasaya yürüdü. Adam Johari’ye ve memelerine dikkatle bakıp para üstünü elinden geldiğince geciktirdi. En sonunda dışarıyı çıktık. Ayrılma vakti gelmişti.
“Kendine dikkat et Spinoza. Bir hata olmasın. İşini yap ve istediğin olsun.”
“Peki ya istediğim tam olarak bu değilse?”
“Bu olsun.”
Johari ellerini yüzüme götürdü. Parmakları ile suratıma dokunup dudaklarını dudaklarıma yapıştırdı. Bu diğerlerine göre oldukça güzel bir öpücüktü. Halimden memnun bir şekilde onunla sesimi çıkarmadan öpüştüm. Dudaklarını hiç bırakmak istemesem de saat işliyordu. Sanki ağzımdaki çöle son kez yağmur yağmış gibiydi.
“Dikkat et.” Dedi. Arkasına bakmadan yürüyüp kamyonete bindi. Bir erkek gibi çalıştırıp tozu dumana katarak yanımdan ayrıldı. O kadar etkilemişti ki beni yaratmış olduğu toza karşı verdiğim reaksiyonu biraz geciktirmiştim. Ben de Johari’nin bırakmış olduğu küçük Ford arabaya atlayıp Lagos’a doğru direksiyonumu son işime çevirdim.
Bilmem ne adlı büyük bir mekanın içine girdim. Lagos’un bir nevi en gözde mekanlarından biriydi ama ne yazık ki kapalıydı. Ahad sanki bana evlenme teklif edecekmiş gibi bir sürpriz hazırlayarak mekanı kapattırmış kendi adamlarını etrafta dizmişti. Hepsi bana gözlerini dilmiş bakıyordu. İki zenci gelim üzerimi aradı. Tabi ‘üst demeye bin şahit isterdi. Kan, kül ve toprak. Afrika’nın kısaca tüm özetini üzerimde taşıyordum. Üzeri beyaz örtülü lüks masalardan birine oturup konuşmaya başladım.
“Benim için fazla zahmet etmişsiniz. Gelin nerede?”
Adamlar sanki ben hiç konuşmamışım gibi yüzüme bakıyorlardı. Bu sırada içeriye beklediğim kişi girdi. Ahad tüm kötülüğünü getirmiş gibiydi. Etrafındaki tüm adamlar bir anda bakışlarını bu kötülüğe çevirmiş ona saygılarını göstermek için can atıyorlardı. Ahad ayakta durup beni süzdü.
“Gerçekten de bu sensin. Spinoza! Hayattasın dostum!”
“Hala buna devam mı edeceksin?”
Ahad sırıtarak birkaç adım attı ve karşıma oturdu. Yüzündeki sırıtkan ifade sinir bozucu olsa da taviz vermemeye çalışacaktım.
“Hakkını vereyim Ahad, güzel plandı. “
“Bana kızma Spinoza sonuçta karım değilsin.”
“Karın olanı da gördük.”
Ahad’ın yüzü düştü. Biraz sinirlenip masada duran bardaktan birkaç yudum su aldı.
“Karım kahpenin tekiydi. Sorun o değil. Sorun burada ne bok yediğin? Burayı seçmeseydin yanına gelmezdim ama sana bakınca gerçekten muhtaç olduğunu görüyorum. Sanki cehenneme girmişsin ve oradan kaçmışsın gibi.”
“Henüz kaçamadım. Kaçmak için buradayım. “
“Hayatımda gördüğüm en inatçı beyazlardan birisin.”
“Bak yaptıklarını arada bırakıp iyi bir anlaşma istiyorum. Buradan kaçmak için yeterli seviyede para istiyorum. Bir ordu adam peşimde.”
“Söyle bana Spinoza seni öldürmemek için bir sebebim var mı? Elindeki kağıtları alıp senin kafanı burada alabilirim. Buna engel olacak bir şey söyle.”
“Çaresizlik.”
“Anlamadın ne? Bir daha söyler misin? İlk buluşmamızda egodan suratını göremediğim adam bana çaresizlikten mi bahsediyor?”
Masada duran çatallardan birini onun boğazına sokmak için kendimi zor tutuyordum. Ama işimiz bittiğinde onun yüzüne sırıtarak bakmayı çok istediğim için kendime hakim olmak zorundaydım. En azından Leeto’nun hatırına.
Leeto; evinde ölü bulduğum mutsuz domates.
“İnsanlar böyledir Ahad. Krallar bile ölür.”
“Krallar elbette ölür ama sürünmezler. Rezil duruma düşmezler. Sen rezil bir adamsın Spinoza ve saygı duyulmayı hak etmiyorsun. Seni öldüren adamın yanına çaresizce gelip üç beş kuruş için dileniyorsun. Sana saygı duyardım ne istediğini bilen biri olduğun için ama görüyorum ki sen de diğer beyazlar gibi sıkışınca tükürdüğünü yalayan sürüngenlerden farksızmışsın.”
“Daha fazla hakaret dinleyecek miyim? Eğer sonunda paramı vereceksen istediğin kadar beni aşağılayıp egonu tatmin edebilirsin. “
“Burada karşıma geçmiş para dileniyorsun ama hala umursamaz bir adammış havası vermeye çalışıyorsun. Pervasız gibi görünerek havalı olmaya çalışıyorsun. Ama sen katillerin yüz karasısın.”
“Merak ediyorum da Ahad.. Bu aşağılık kompleksi ile nasıl bu kadar saygıyı gördün? Bizim oralarda senin kelleni almadan nasıl sabredebildiler? Bir düşüneyim.. doğru ya sen o sırada beyazların daha beyaz götlerini yalıyordun değil mi? Siyahlar ülkesindeki tek beyaz adamı aşağılamak ancak zayıf karakterli birinin işidir. “
“Sen ırkçı orospu çocuğunun tekisin Spinoza.”
“Daha önce kimse ırkçılıkla suçlamamıştı.”
“Sen..”
“Dur ben devamını getireyim; öncelikle karşında bu kadar çaresiz yaralı ve üstü başı pislik içinde olan bir insana bir şeyler ikram etme nezaketini göstermeni beklerdim.”
Sinirli bakışları tuhaflaştı. Aldırış etmeden devam ettim. Vakit yaklaşıyordu ve gitmeden onu biraz kızdırmak istiyordum aramızdaki bu şeyi kim kimi döver muhabbetine getiriyordum.
“Yalnız başına çalışan özellikle söylüyorum ‘Beyaz’ bir adama iş verdin. Bu işlerin hepsini harfiyen başarılı şekilde yerine getirdim. Ardından büyük bir kepazelik yaparak bu adamın arkasından kuyu kazdın. En yakın arkadaşıyla irtibata geçtin ve en büyük düşmanının yanına resmen ölüme gönderdin. Ardından bu beyaz adam yani karşında duran ben; onların elinden kaçıp ülke değiştirmek uğuruna tekrardan kaşına dikildim. Hatta öyle bir karşına dikildim ki seni ayağıma kadar bu kadar adamla getirtebilme cüretinde bulundum. Karşımdasın Ahad. Tam karşımda çok güçlü bir adammış gibi konuşuyorsun ama hala yalnız ve çaresiz bir beyaz adama boyun eğiyorsun. Buraya ayağıma kadar geldin çünkü hala benden iyi değilsin.”
Ahad büyük bir sinirle iki elini masaya vurarak adeta kükredi.
“Sen buna nasıl cüret edebilirsin! Şu etrafına bak! Bu adamların hepsi benim! Anlayabiliyor musun? Hepsi tek bir hareketimle seni delik deşik ederler! Bu gücü elde edebilir misin? Seni orospu çocuğu hangi cüretle benimle böyle konuşursun? Bu sefil halinle bu ne cesaret böyle!?”
Arkama yaslandım ve kendinden geçmiş olan Ahad’a baktım. Bir anda karşımda böyle bir adam yaratmayı başarmıştım. Güldüm. Ardından kahkaha attım. Daha çok sinirlenmiş bana bakıyordu. Ben gülerken adamlarından biri kafamı tutup masaya hızlıca vurdu. Canım çok yanmış kafamın içi adeta zonklamıştı. Gülmeye yine de devam ettim.
“Pekala, sana gerçeği anlatacağım” gülmeye hala devam ediyordum. Çünkü az sonra ona gerçeği anlatarak hayatımı kurtarmayı hedefleyecektim.
“Neyi anlatacaksın? Buradan artık sadece cesedin çıkar.”
“Beni buraya kaltak karın ve eşi Safir yolladı.”
Ahad önce duraksadı. Ardından bu kez kendisi gülmeye başladı.
“Buradan kurtulmak için en son bunu mu uydurdun? “
“O villadan nasıl kaçacağımı düşünüyorsun? Elrich ismini nereden bildiğimi sanıyorsun?               “
“Elrich mi? O kampta..”
“Elrich bendim Ahad. Dünkü kamp baskının başrolü bendim. Bunları nereden biliyorum sence? Bu kadar plan nasıl elime geçebildi? Hiç düşündün mü? Lanet Elrich denen mühendisi nereden tanıyayım?”
Ahad oturduğu yere çakılmıştı. Suratı buz kesmiş yüzümün sol tarafına bakıyordu. Elleri masada hareketsiz şekilde durmuştu.  Eğer ünlü bir ressama portresini çizdirmek isteseydi tam sırasıydı.
“Bu kadar şeyi nasıl? Neden?”
“Yeni bir anlaşmaya var mısın?”
Bu sırada Ahad’ın arkasında bekleyen birkaç adamın ellerine palalarını ve bıçaklarını aldığını gördüm. Bunun anlamı artık zamanı gelmişti. Gözümü diğer adamlara çevirip baktım. Safir’in adamları silahlarını yavaş yavaş ellerinde hazır ediyordu. Bu sırada artık her şeyi yıkılmış olan Ahad oturduğu yerde düşünmeye çalışıyordu. Gözlerine büyük bir zevk ile baktım. Bir insanın ihanete uğraması bana hiç bu kadar keyif vermemişti.
O sırada bir anda adamlar harekete geçti. Palalı ve bıçaklı adamlar Ahad’ın adamlarını birden doğramaya başladı. Ahad bir anda irkildi. Onunla birlikte ayağa kalktım. Karışıklıkta ne olduğunu anlamayan Ahad kaçmak istedi ama her şey onun için çok geçti. İzin verseydi Johari onu şuracıkta bir çatalla öldürebilirdim. Ama yapabildiğim tek şey kaçmasına engel olmak için burnuna attığım kafaydı. Aldığı darbe ile muhakkak burnu kırılan Ahad sırtüstü masaya yapışmıştı. Siyah suratı burnundan gelen kanın etkisiyle yavaş yavaş kırmızıya boyanıyordu.  Hemen etrafıma baktığım da ise Safir’in adamları çoktan ortalığı kan gölüne çevirmişlerdi. Kalanlar ise rehine olarak teslim olmayı kabul etmişlerdi. Kalan vaktimi Ahad ile konuşmakla geçirdim.
“Güçlü olduğunu sanıyorsun Ahad. Ama güçlü değilsin. Aç gözlü insanlar asla güçlü olamazlar. Sırf daha fazla kazanmak için bir beyazın ayağına kadar geldin. İhaneti hak ediyorsun.”
Safir’in adamları palalarını Ahad’ın boğazına dayamışlardı. Ben ise sadece etrafıma bakınıyordum. Hakkını vermek gerekli  Safir gerçekten zeki ve sözünün eri biriydi. Şu ana kadar yaptığı tüm planlar işledi. Tabi ayakta duran beyaz adamın da bu işe katkısı oldukça fazlaydı.
İçeriye Safir ve Johari ile birlikte birçok asker ve polis doluştu. Johari çok ciddi bakıyordu. Safir ise yüzünde bir zafer sarhoşluğu gülümsemesi ile Ahad’ın yanına yaklaşıp adamlarına emir verdi.
“Tutuklayın şu herifi. Dışarıdaki kalabalık ve kameralara güzel bir şov yapalım.”
İki tane asker ve bir polis Ahad’a  kelepçelerini takıp zar zor yürütmeye başladı. Safir onları durdurdu ve Ahad’ın suratına sert bir yumruk geçirdi.
“Böyle daha iyi görünüyorsun.” Dedi. Asker ve polisler Ahad’ın koluna girip onu dışarıya çıkardılar. Bu sırada ben hemen gözlerimi sert kadınıma yani Johari’ye çevirmiştim. Yüzündeki resmi surat ifadesi hiç değişmiyordu.  Onu hiç göremeyecek olmam beni öldürse de son bir kez gözlerine bakmak istiyordum. Ama Safir bu isteğimi böldü.
“Açıkçası senden beklemediğim derecede çok iyi işler başardın. İnkar etmek istemiyorum senden çok iyi bir asker olurdu.”
“Askerlik bana göre değil. Sanırım bana ayrılan sürenin sonuna geldik.”
“Anlamadım?”
“Konuştuklarımız?”
“Ah evet.. Onlar. Bir an unutmuşum .
“Ne zaman gidiyorum?”
“Şimdi”
Safir kaşlarını kaldırarak arkasını döndü ve kapıya doğru yürüdü. Bu sarada ben fırsattan istifade yine gözlerimi Johari’ye çevirdim. Johari’nin gözleri de bana bakıyordu ama bakışları çelik gibiydi. Onu ilk gördüğüm andan beri ilk kez bana bu kadar sert, resmi ve nefret dolu bakıyordu. En sonunda dudakları oynadı. Ve ben öldüm.
“Tutuklayın onu.”
Tüm beyin hücrelerim buz kesmiş gibiydi. Geçici bir aptallık mı yaşıyordum yoksa ihanetin acısını mı hissediyordum anlayamamıştım. Bakışlarımı aptal gibi Johari’nin gözlerinden ayıramıyordum. Ben şoka girmişken ayağıma atılan çelme ile yüzüstü yere düşmüştüm. Birisi elleri ile kafamı yere bastırıyor başka birisi ellerimi sırtımda birleştirip kelepçe takıyordu. Kelepçenin tüm esaretinin soğukluğunu bileklerimde hissedebiliyordum. Benim gözlerim ise hala Johari’nin gözlerini arıyordu. Ama sadece sesi vardı. Lanet olası zehir akıtan sesi!
“Bay Spinoza, Safwat Mahmuodi adlı ticaret adamını hiç yoktan öldürmekten devlete karşı gelen bir vatan haininin tetikçiliğini yapmaktan ve birçok masum insanı öldürmekten dolayı Nijerya Cumhuriyetinin bana verdiği yetkiye dayanarak sizi tutukluyorum. Ömür boyu hapis ve idam cezaları ile yargılanacaksınız. Sessiz kalma hakkına sahipsiniz.”
Bu cümleleri kalbimi tutuşturan bir kadından duyacağım yaşamım boyunca aklımın ucundan dahi geçmezdi. İki asker beni ayağa kaldırdı.
“Böyle anlaşmamıştık” dedim tüm ezikliğim ve aptallığım ile. Johari ise hiç tavrını bozmadı.
“Biz katilleri serbest bırakmayız Spinoza.  Sadece onları diğer katilleri yakalamak için kullanırız. Hapiste sana mutluluklar tabi idam edilmezsen. “
Sanki tüm tanrılar beni götümden sikiyor, Zeus’un şimşeğini kıçımda hissediyordum.  Odin’nin babalık merhametine muhtaç şekilde dizlerimin üzerine çökmüş şeytanın tüm kötülüğünü yüzüme boşaltmasının acı şekilde keyfini çıkarıyordum. İnsanoğlu’nun en büyük düşmanı insandı ve birilerine güvenen insanlar sonunda aptal olarak en büyük damgayı yerdi ve ben şimdi o aptal insanlar listesinin en tepesindeydim. Hazin sonumu en ön sıradan dramatik şekilde izliyor sesimi dahi çıkaramıyordum.
Bir anda onun gözlerine bakmak istedim. Her ne kadar canım yanıyor olsa da son bir kez o çelik bakışların arasında bana olan sevgisini görmek istiyordum.  Tanrılar aşkına ne kadar da acınası! Yine de gözlerimi onun gözlerine iliştirdim. Bir katile bakamayacak kadar güzel gözleri vardı.  Evet, güzellerdi fakat bir orospunun ihanetine karşılık benim onurlu gözlerim durumu eşitliyordu. Gözlerinde en ufak bir iyi niyet yoktu. Bakışları ölü bir bedenden farksızdı. Bir şeyler söylemek istiyordum. İçimde sıkışan bu gerçeği ve esaret altına girecek tüm ruhumu düşünmeye başlamadan bir şeyler söylemek istiyordum ama ona söyleyecek sözlerimden çok canını almak için sıkmam gereken kurşunlarım vardı. O acımasız taş kalbini bilmem kaç santimlik mermilerim ile delip geçmek istiyordum. Kitaplarda da bu yazmaz mıydı zaten? Bir katil konuşmaktan çok işini yapardı ama bir insanı konuşarak da öldürebilirdiniz. Aynı şu anda karşımda duran Johari’nin yaptığı gibi. Afrika’nın en değerli elmaslarından bile pahalı ışıldayan gözleri ve kendisini bir sürtük gibi gösteren makyajı ile karşımda nefesimi kesen bir kadın sıradan bir cümlenin her kelimesinde beni defalarca öldürmeyi başarmıştı. 
Gözlerine yine de bakarak kapıya doğru yürüdüm. Bana kapıyı Safir’ açacaktı ancak biraz bekledi ve gözlerimin içine alaycı bir tavırla baktı. Ona ‘Karını siktim! Defalarca içine girdim! Ve her bağırışında seninle olmanın pişmanlığı vardı!’ diyebilirdim. Ama hiçbir şey söylemedim. Karısını en büyük düşmanını ekarte etmek için onun altına atan adam çok rahatlıkla benim de altıma atardı. Bu yüzden ona söyleceğim hiçbir sözün pek bir anlamı yoktu. Aslında sadece kendime söyleyebileceğim bazı sözlerim vardı. Bu sözleri yanımda iki askerle birlikte kameralarla dolu kalabalığın arasından kelepçeler ile söylüyordum kendime.
‘İnsanlara teslim olurken hep insan olduklarını unutuyordum. İnsanın başına gelen en kötü şey insan ve tanrılar insanı öldürürken insanı kullanıp ardından yine insanı suçlayacak kadar acımasızlardı. ‘ Ve ben o tanrıların dalga geçtiği bir oyuncaktan başka bir şey değildim. Artık zamanım Zeus’un beni affedip Pandora’nın kutusundan çıkarmasını beklemek olacaktı. Her zaman yaptığım hatayı bir kez daha yapmıştım. Hikayedeki Zeus olmak yerine her zaman başka biri olmayı seçtim. Bir gün Pandora’nın kutusuna gireceğimi biliyordum. Aptaldım. Artık Johari’nin kutusunda tüm çirkinliğimle çürüyecektim.
Zırhlı minibüsün kapısı açıldı ve içeriye girdim. Minibüsün içinde yığınla asker bizi teslim etmek için bekliyordu. Tam karşımda az önce burnunu kırdığım Ahad oturuyordu ve beni görünce normal olarak gülmeye başlamıştı. Bir minibüste Siyah ve Beyaz, sırtlarında ihanet yarası ile esarete gidiyorlardı. Birisini hırsı diğerini ise sevdiğini sandığı kadın yaralamıştı. .
Hava iyice kapandı ve Lagos’un çekilmez yeryüzüne yağmur damlaları düştü. Ben yine de son bir kez o kadını hatırladım;

Johari.. Ben güzel kaltak sevgilim.


-SON-

4 Eylül 2015 Cuma

-Bölüm 5- İki Damla Katliam (Günce Kısım 1)

Çadırların arasından sessiz yürüyüşümüzü devam ettirirken birçok askeri araç gözüme çarpıyordu. Kampın güney kanadı sınıra baktığı için kaçış yolu olarak belirlenmişti. Bu yüzden iyice incelemek istedim. En sonunda bir asker bozuntusu Babuka’nın yanına geldi.
“Yüzbaşı kapıda 2 adam var.”
Babuka bana baktı. Ardından gözlerini yeniden adamına dikti.
“Kimler?”
“Elrich adında birinin gönderdiğini söylediler. Aradık onları ellerindeki çantayı teslim ettiler onun haricinde tamamen silahsızlar.”
“Çantada ne var?”
“Bir tür silah efendim ama bu zamana kadar görmediğim türdendi.”
“Anlaşıldı. Hepsini benim çadıra getir. Adamları da.”
Hayatımda hiç görmediğim iki zenci ve yine nasıl kullanacağımı bile bilmediğim bir silah ile Babuka’nın çadırında sınav verecektim. Benim için işler daha önce de kötüleşmişti ancak bu bana biraz gerilim filmini hatırlatıyor gibiydi.
Kısa bir yürüyüşün ardından çadıra vardık. Babuka büyük bir merakla silahın içinde olduğu çantayı açıp silahı çıkardı. Biraz inceledi ve eli ile tarttı.
“Şu silahı cephaneliğe götürün.”
Beklediğimden daha az meraklı olması beni bir derece daha dehşete düşürmüştü. Babuka adamlarına döndü kaşları ile adeta emir verdi. Askerler silahsız iki adamı bir anda diz üstü çökertip ceplerinden çıkardıkları tabancaları kafalarına dayadılar. Şaşkına dönmüştüm.  Babuka ise sadece gülümsüyordu. Çadırın içinde volta atmaya başladı. Bana her volta atışında gülümseyerek bakıyordu. En sonunda konuşmak için zahmette bulundu.
“Elrich.. Bu dünyada en çok beyazlara güvenmem. Sen de bir beyaz olmana rağmen şansını çok zorladın. Şimdi bana doğruları anlat. Burada ne haltlar dönüyor?”
Biraz yutkunmuştum. Diyecek bir şeyim henüz yoktu. Ama konuşmasam işler kötüye gidebilirdi.
“Neden bahsettiğinizi anlamıyorum yüzbaşı ve adamlarım neden bu muameleyi görüyor? Silahsızlar oysaki.” Adamlar umurumda değildi. Onu bu şekilde kandırabileceğimi düşündüm.
“Elrich.. Yeniden soruyorum. Burada ne haltlar dönüyor?”
“Bu konuşmayı ne kadar sürdürebiliriz bilmiyorum ama ben sadece işimi yapıyorum.”
Elrich biraz köpürdükten sonra rehinelerine geçecekti. Eğer adamlar bir bok biliyorsa ötme ihtimalleri çok yüksek olacaktı. Bu yüzden büyük bir kumar oynamıştım. Şu aralar fazlasıyla kumar oynuyordum.
“Bu kadar kısa zamanda iki silahsız zenci hangi kamptan geldi? Yoksa İbrahim bu iki salağı gökten mi yolladı? Bir sürü bölge taramamız halinde. Ve bu yakınlarda bizden habersiz kuş uçmaz. Şimdi tekrar soruyorum aşağılık herif burada ne dolaplar dönüyor?”
Ona vereceğim cevaplar kalmamıştı. Tamamen haklıydı ve konuyu nasıl döndüreceğimi bilmiyordum. Safir ne planlıyorsa derhal uygulamalıydı.
“Bilmiyorum Babuk..” sözümü kesti.
“Pekâlâ şimdide şu muhteşem ikiliyi test edelim.” Babuka çadırına astığı palayı kılıfından çıkarıp ilk zencinin önünde durdu.
“Şimdi bay hiç kimse bu adamı tanıyor musun?”
Rehine bana bakıp kafasını salladı.
“Adı ne?”
Biraz çekindi ve ardından oldukça kısık bir sesle devam etti.
“Elrich.”
Babuka bir anda duraksadı ve ani bir hareketle palasını rehinenin kulağına salladı. Tek vuruşta zencinin kulağı başından ayrıldı ve kanlar fışkırmaya başladı. Babuka çok sinirliydi. Yerde çığlık atarak debelenen adama bağırmaya başladı.
“Sana gerçek adını sordum orospu çocuğu! Cevap ver bu sikik beyazın gerçek adı ne!”
“Bilmiyorum!” ağzından çıkan tek kelime bu olmuştu. Safir akıllıca bir hareket yaparak ismimi söylememişti. Bu beni oldukça onure etmişti. En azından bana değer veriyordu.
Babuka el hareketi ile askerlerine onu ayağa kaldırmalarını söyledi. Palayı aldı ve diğer rehineye döndü.
“Bu arkadaşına yapacaklarım az sonra seninle yapacağımız sohbete referans olsun”
Ve palayı kulağı kesik zencinin boynuna doğru salladı. İlk vuruşta kafasının çoğu gövdesinden ayrılmış olsa da tamamen bırakmamıştı. Ardından ikinci vuruşla zencinin kafasını tamamen uçurmuş oldu. Sıra ikinci rehineye gelmiş. Palasının üzerindeki kanı rehinenin eskimiş gömleğine sürdü ve konuşmaya başladı.
“Devam et.” Dedi.
“Yemin ederim bize adı Elrich diye söylendi. Başka hiçbir bilgi verilmedi. Zaten bize bilgi vermezler”
İlk zenci sadık olsa da ikincisi pek öyle değildi. İlki sadık bir köpek gibi ölmüştü. Bu adam ise haysiyetsiz bir sırtlan gibi ölecekti. Kelimelerin kendisini kurtarabileceğini sanıyordu. Ama bildiği şeyi anlattıktan sonra diğerinden farkı kalmayacaktı.
“Yani bu adamı tanımıyorsun normalde?”
“Hayır! Sadece silahı teslim edeceğimizi kamptaki tek beyazın Elrich adında birinin olduğunu söylediler. İlk kez bu adamı görüyorum. Lütfen bana zarar vermeyin kampınıza katılırım istediğinizi yaparım lütfen.”
“Kim peki!? Kim yolladı sizi? “
“Safir. Safir’in adamları bize bilgiyi verdi”
Babuka gülümsedi ve araya girdi.
“Buralar bizim. Safir’in Abuja’dan buraya kadar gelmesi imkânsız.”
“Buradalar. Burnunun dibindeler. Buraya bu kadar kısa mesafede nasıl geldim sanıyorsunuz? İstersen ona sor”
Babuka bir anda buz kesti. Palası önce elinde gevşedi ve ardından zencinin boğazına götürerek beni tehdit etti.
“Konuş!Doğru mu söylüyor kimsin sen!?”
“O palayı indir Babuka konuşsam da bu köstebeği her türlü öldüreceğini biliyorum.”
Babuka tüm dişlerini sıkarak sinirden kudurdu ve zencinin boğazını kesti. Ne olduğunu anlamayan adam kimsenin umursamadığı bir yerde can çekişerek son nefesini verdi. Babuka ise bu kez palayı boğazıma tuttu.
“Konuşacaksın!”
“Şu an bir asker gibi davranamıyorsun. Düşmanların dibinde. İstersen tüm bildiklerimi anlatabilirim ama önce kampın güvenliğini sağlamalısın”
“Bana işimi öğretme! Kimsin sen!?”
Ve o ses.. Bu sesi en son 22 yaşımdayken bir bardan çıkarken duymuştum. Tüm Afrika’yı uykusundan uyandıracak kadar yüksek tüm insanları yakacak kadar büyük bir ateş. İlk başta büyük bir deprem sandım ama daha fazlası olmalıydı. Ses ağaçların gövdelerini delmiş sanki atmosfere kadar duyulmuştu. Sarsıntı ile Babuka’yı itmeye çalışırken bir anda kendimi az önce boğazı kesilen adamın ölü gözleri ile yerde bakışırken buldum. Tuzlu topraktan kafamı kaldırdığımda büyük bir yangın ve suratının yarısı yanan Babuka’nın oradan oraya koşuşmasını görüyordum. Kulaklarım kimseyi duymuyordu. Gözlerim bulanmaya başlıyor görüntü titriyordu. Kafamı yeniden toprağa gömüp ölü adamla bakıştım. Gözlerimi açıp kapadıktan sonra görüntü iyileşmeye başladı. Kulaklarım yavaş yavaş bulanık sesler duymaya başladı. Saniyeler geçtikçe sesler biraz daha netleşiyordu. Çığlıklar, bağırtılar anlam veremediğim ağıtlar. Toprakta biraz süründükten sonra silah sesleri kulağıma artık çok net gelmeye başlamıştı. Yere düşen adamlardan birinin orta boyutlarda olan bıçağını kılıfından çıkardım. Bıçağın şeklini hala tanımlayamıyordum. Yerdeki adamlar henüz ne olduğunun farkında değildi.
Ayağa zar zor kalktım oksijen yerine yüklü miktarda karbon monoksit aldığımı fark ettim. Hala olaylar tam kavrayamamıştım. Aklımda olan tek şey Babuka’yı öldürüp güney bölgesindeki araçlardan birine atlayıp buradan toz olmak. Tabi araç namına bir şeyler kaldıysa.
Yüzüne toprağa gömerek ateşi söndürmeye çalışan Babuka’nın suratı patlama esnasında onu iterken yüzünün gaz lambasına çarpması sonucu olduğunu düşünüyordum. O ayağa kalkar kalkmaz sırtına elimde bıçağı son gücümle sapladım. Aynı bir ayı gibi hönkürmeye başladı. Tüm vücudu anormal şekilde dikleşti. Ardından elinin tersiyle suratıma sert bir tokat geçirdi. Tokadın etkisi ile kendimi yerde bulsam da hemen ayaklandım. Bıçak sanki Babuka’yı öldürmek yerine daha da güçlendirmişti. Hemen ayağa kalkmaya çalıştım. Bu sırada Babuka mantıksız hareket ediyordu. Cebindeki tabancasını çıkarmak yerine yerdeki palasını aldı ve üzerime yürümeye başladı. Gözlerinden beni öldürmek için can attığını anlayabiliyordum.  Yarısı yanmış suratı büyük dişleri ve kalıbıyla adeta bir canavarı andırıyordu.  Tüm gücüyle palayı kafama doğru salladı. Hızlı bir hareketle paladan kaçtım. Ardından yeniden salladı. Yeniden ve yeniden.  Boşluğunu bulup palayı kullandığı eline yapışıp dizimle birkaç vuruş yaparak palayı bırakmasını sağladım. Ama Babuka duyduğu acıdan dolayı hiçbir şeyi düşünmüyordu ve niyeti de yoktu. Tek eli ile boğazımı tutup ayağıma büyük bir çelme takarak beni yere düşürdü. Ardından iki eli ile boğazıma sarılıp beni boğmaya çalıştı. Nefesinin ve yanmış dersinin kokusunu duyabiliyordum. Yüzünün sol tarafından pörtlemiş gözü sinirden kıpkırmızı olmuştu. Nefes alamıyordum. Tek yapabildiğim ellerinin arasında nefessizlikten kıvranmaktı.  En sonunda kılıfından çıkarmadığı silahı aklıma geldi. Elimle önce göt cebini ardından yan cepleri yokladım. Silahı buldum ve bedenin herhangi bir yerine ateş ettim. Etki etmemişti. Ardından kendime doğru çekip Babuka’nın göğüsüne üst üste ateş etmeye başladım.
 11 mermiyi tüm vücuduna boca ettikten sonra elleri gevşedi. Gözleri biraz daha büyümeye başladı ve ağzından akan kan yüzüme bocalanmaya başladı. En sonunda elleri tamamen işlevini yitirdi ve Babuka’nın ölü vücudu üzerime devrildi. Bu dev canavarın vücudu altında nefes almaya çalışıyordum. Bu kez beni kurtaran kendim değil insanoğlunun acıya vermiş olduğu zekâsıydı. Ölüm anında canınız yanmıyorsa düşünebilirdiniz ancak canınız yanıyorsa yapmamanız gereken şeyleri bile yapabiliyordunuz. Babuka’nın çektiği acıdan ötürü tabancasını unutması onun ölümünü benim ise hayatta kalmamamı sağlamıştı.
Yüzbaşı’nın ölü bedenini üzerimden büyük bir zorlukla atıp ayağa kalktım. Biraz sendeledim ve öksürmeye başladım. Boğazım sıkıldığı için olabilirdi ancak geceyi saran duman Babuka’nın ellerinden neredeyse daha fazla etki ediyor gibiydi. Etrafıma bakındım hala silah sesleri durmamış insanlar kaçışıyor ve ölüyorlardı. 200 kişilik kamp cehenneme dönmüştü. Sendeleyerek güney kısmına doğru koşmaya başladım. Bu benim son işim olabilirdi o yüzden kimseye güvenmeden arkadaki araçlara doğru koşmaya başladım. İnsanların üzerine basarak kimseyi görmeden ilk bulduğum kamyonete atladım. Kamyonetin kapısı açıktı ve kontağı çevirmek isteyen bir asker önden gelen kurşun ile oturduğu yerde can vermişti. Askerin ölü bedenini kamyonetin dışına atıp kapıyı kapattım. Kontağı çevirdim ve ilk çevirişimde çalıştı. Bu bana Wrangler’ımın bir yerlerde benim için üzüldüğünü anımsattı. Bu biraz içimi dağlasa da gaza basıp toprak patika yoldan sürmeye devam ettim.
Cehennemden biraz uzaklaştıktan sonra kamyonetin camını açıp öksürmeye başladım. Sanki bir paket sigaranın dumanını aynı anda çekmiş gibiydim. Orada kül olan insanların vücutlarını düşünemiyordum bile… Safir’in bana mesajda tüm kampı öldür derken anlatmak istediği buymuş. Tek amacı içine küçük bir patlayıcı yerleştirdiği bir silahı içeriye sokmakmış. Küçük bir patlayıcı koca bir kampı yok edecekse eğer patlaması gereken en doğru yer kesinlikle cephanelikti. Cephaneliğe girmesi için de önceden ayarlanmış bir mühendise ihtiyacı vardı. O da Elrich’den başkası değildi. Onun yerine sağlam bir beyaz adam koymalıydı ve ben tam aradığı kişiydim. Safir’in bu zekice planı ve tüm kampı ateşle katletmesi içinde bir şeytan olduğunun kanıtıydı.
Bunları düşünürken öksürüklerimin eşliğinde cebimde bir şeylerin titrediğini hissettim. Telefon hala cebimde kalmıştı hemen cevap verdim.
“Yaşıyor musun?”
Birkaç öksürüğün ardından konuşmaya başladım.
“Olduğu kadar.”
“Yaşadığına sevindim. Neredesin şimdi?”
“Bilmiyorum. Hiçbir şey bilmiyorum. Sadece sürüyorum.”
“Çok iyi iş çıkardın Spinoza. İbadan bölgesi de çöktü. Artık Ahad neredeyse yalnız kaldı.”
“Kimseyi düşünecek halde değilim.”
“Düşünmelisin. Bu iş bittiğinde elini kolunu sallayarak ülke dışına çıkacaksın. Hemde istediğin parayı kazanmış olacaksın. Sadece bir adım kaldı. “
Biraz düşündüm ve biraz da öksürdüm. Ardından devam ettim.
“Anlat.”
Şu an ilerlediğin toprak yol A1 karayoluna çıkar oradan Osogbo yoluna ardından da direk İbadan’a çık. Orada belirlediğim bir mekânı mesaj atacağım. Detayları sana adamımız bildirecek. Ardından işe koyulacağız.
“Bu telefonun şarjı biterse ne olacak?”
“Bir yerlerden şarj et. Soluklanmak için durduğun yerlerden birinde muhakkak vardır.”
“Sikimden geleni yaparım.”
Son cümlemden sonra biraz durdu. Belki de böyle kötü bir durumdayken bile onun sinirlerini bozabilecek espiriler yapmama bozulmuştu.
“Yarın görüşürüz Spinoza.”

Telefonu yüzüme kapattı. Ve bende sonunda doğa ananın yolundan çıkıp insanoğlunun yaptığı asfalta çıkmayı başarmıştım. 

2 Eylül 2015 Çarşamba

-Bölüm 5- İki Damla Katliam

A1 karayolu üzerindeki Ilorin bölgesine araba ile yaptığımız rahatsız edici bir yolculuğun ardından arabalardan inip yürümeye başladık. Ormanın neredeyse tam ortasından bulunan etrafı dikenli teller ile çevrili büyük çadırların olduğu askeri bir kampa vardığımızda kapıda adamlar koşarak üzerimize doğru geldi. İki adam beni aradıktan sonra kampın içine doğru yürüdük.  Çadırların ve sıcak havanın eşliğinde sararmış otların arasından sonunda büyük bir çadıra varmıştık. Masada elinde sigarası ile oturmuş ve sadece kafasının ortasında saç olan iri yarı bir zenci tüm dünyadan iğrenirmişçesine etrafına bakıyordu. En sonunda suratını bana çevirip aşağılan bakışlarını üzerimden eksik etmedi.
“Kimsin sen?” dedi kaba bir ses tonuyla
“Michael Jackson”
“Bir kez daha soracağım aynı cevabı verirsen seni moonwalk yapamadığın için vuracağım”
“Anladığım kadarıyla biraz kültürlüsün.”
Biraz daha tadı kaçtı ve ayağa kalkarak elleri ile masaya dayandı
“Bak burada..” sözünü kestim
“Evet evet anladım tek otorite sensin ve diğer egoist sözler. Kusura bakma eğer kim olduğumu bilmeseydin içeriye elimi kolumu sallaya sallaya girmezdim. Asıl sonu sen kimsin anladığım kadarıyla Ahad sen değilsin.”
“Adım Babuka”
“Babuka mı? Gerçekten mi?”
“Şaka yapar gibi bir surat ifadem mi var?”
“Afrika’da yeniyim özür dilerim fantastik isimlere pek alışmadım.”
Biraz turist taklidi yapmak fena olmaz diye düşünmüştüm fakat bu onu daha çok kızdırdı. Babuka adındaki bu sürünün çobanı yanıma yaklaştı ve soğuk bakışlarını üzerime dikti.
“Umarım işin iyidir yoksa bu kapanmayan çenen yüzünden senin derini bizzat kendim yüzeceğim.”
“Ağzınız kokuyor”
“Bu sabah bir bardak dolusu kan içtim belki de ondandır”
“Pekala pekala daha fazla ortalık gerilsin istemiyorum adım bildiğin üzere Elrich. Burada olmaktan bayılmıyorum ortalığı yumuşatmak istedim ama oldukça sıkıntılı birine benziyor gibisiniz.”
“İşimiz oldukça acil bu yüzden cephaneliği kontrol et”
“Uzun bir yoldan geldim bay..”
“Bay değilim. Yüzbaşı. Yüzbaşı Babuka.”
Yüzbaşı Babuka beni daha çok güldürdüğü için yüzümden gizleyemedim ve gülmeye başladım. Babuka daha kızgın bir şekilde yüzüme baktı.
“Götürün şunu buradan! Aşağılık orospu çocuğu!”
İki adam beni kollarımdan tutup dışarıya çıkardı. Kel olanla hemen muhataba geçtim
“Nereye gidiyoruz?”
“Seni çadırına götürüyoruz. 1-2 saat dinlen yemeğinde gelecek sonra işimize bakmak için seni çağıracağız.”
“Yüzbaşınız çok asabi.”
“Senin de çenen çok düşük. İdare etsen iyi olur yoksa Ahad falan dinlemeyecektir.”
“İnan bana siyah dostum. Dinleyecektir.”
Dar bir çadırın içinde üzerinde türlü pisliğin bulunduğu rahatsız bir yatağa uzandım. Cebimden telefonu çıkarıp mesaj yazmaya koyuldum
‘İçerideyim. Ne yapacağım? Hedef Babuka mı?’
Yaklaşık 2 dakika bekledikten sonra cevap gecikmedi.
‘Bütün kamp’
Ekrana kısa süre baktıktan sonra telefonu göğsüme koyup ellerimi kafamın arkasına koyarak çadırın eskimi tavanına baktım. Bir kiralık katil askeri bir kampı tek başına nasıl yakabilirdi. Belki hayatlar iki kişilikti fakat ben tek kişiliğim. Ne ben o abartılı Amerikan filmlerindeki adamdım nede buradakiler aptaldı. Buraya gelirken belki 30 tane çadır saymıştım. Kiralık bir katilden seri katil olmasını beklersiniz bu doğru ancak prensipleri olan bir adamdan seri katil olmasını beklemeniz oldukça imkansıza yakındı. Ancak kesinlikle imkansız değildi. Ben bunları düşünürken göğsüm tekrar titredi.
‘Orda mısın?’
‘Düşünüyordum’
‘Henüz ortada hiçbir şey yokken neyi düşünüyorsun? Ne kadar vaktin var?’
‘2 saat.’
‘Onları biraz oyala ardından yeni bir silahtan bahset. Sana birkaç adamla birlikte silahı göndereceğiz’
‘Bu silahın özelliklere neler?’
‘Hafif bir makineli de ağır makineli görevi sağlayan bir silah. Alaşım bakır bir şeyler salla. Başladığında korunduğundan emin ol. Büyük ihtimal seni götürecekler.’
‘Ne başladığında?’
‘Savaş.’
Saatler sonra burada her şeyin artık eskisi gibi olmayacağını anlamıştık ama ne savaşı? Burada sadece kendimin olduğunu düşünüyordum ama yanılıyor gibiydim. Ayağa kalkıp telefonu yanıma aldım. Çadırımdan çıkıp ağır adımlarla etrafımdaki koşturmacayı çözümlemeye çalıştım.
“Hey ne oluyor?”
“Direnişçi pislikler tüm sınırı ele geçirmişler!”
Plan anlaşılmıştı. Safir ve destek ordusu Boko Haram’a karşıt olarak bir iç savaş başlatmıştı. Burası büyük bir cephanelikti ve burayı ele geçirmesi an meselesi olabilirdi. Ancak iki ateş arasında benim rolüm ne olacaktı? İşte kafamda şuan oluşan bir diğer soru işareti buydu.
Babuka kızgın sesiyle kampa bağırıyor ve onları sakin olması için uyarıyordu. Kızgın bakışların ardından hızlı adımlar ile yanıma geldi.
“Yemeğin iptal oldu. 10 dakika sonra çadırından çık ve benim çadırımın oraya gel. Şu silahlara bakalım.”
Kafamı sallayıp çadıra döndüm. Yanıma alacağım pek bir şey olmadığı için 10 dakika boyunca angut gibi oturup ardından çadıra yöneldim.
“Ne oluyor burada yüzbaşı bu telaş nedir?”
“Sadece önlem.”
“Neyin önlemi?”
“Bir isyancı iç savaş başlatmış. Boko Haram için geliyor.”
“Ama siz Boko Haram değilsiniz değil mi?”
“Hayır biz hükümetin onlara destek verdiği tarafız yani doğru yolda olanlardan. Sen de doğru yolda mısın?”
“Bazen doğru sandığımız yolların sonu çıkmaza çıkar”
“Sanmak bir yüzbaşına göre değildir. Beyazlar sanar siyahlar yapar.”
“O yüzden mi silahlarınızın sağlığı için 200 kişilik kampta bir tek beyaz adam yardımcı olabiliyor?”
“Zekisin ama çenen çok düşük. Benimle cephaneliğe yürü”
Babuka yanına iki adam alıp hızlı adımlarla çadırları geçti ve çitalar ile desteklenmiş büyük bir kulübeden bozma yapının önünde durdu. Burası cephanelik olmalıydı. Kapıda iki zenci nöbet ellerinde AK-47’ler ile nöbet tutuyordu. Eline yanındaki adamlardan gaz lambası alarak nöbetçileri tek el hareketi ile köşeye alarak içeriye girdi.
“Hey beyaz! İçeri.”
Kapının önünde neden aptal gibi beklediğime anlam verememiştim. Bir anda ayıkarak içeriye girdim. Oldukça ağır ve nefesi kesen bir koku tüm kulübeyi sarmıştı. Etrafta oldukça fazla silah el bombaları ve roketatarlar mevcuttu. Hemen kafamı İsrail malı Uzilere çevirdim ve elime bir tanesini alarak şarjörünü çıkardım.  Bu sırada Babuka bana baktı
“Uziler çerez. Daha büyük şeylere bakarsın diye umardım”
“Hafif makineliler buranın işi değil yüzbaşı. Gerçekten. “
“O zaman neden bakıyorsun?”
“Benimkilerdendir diye düşündüm.”
“Seninkiler?”
“Ahad bahsetmedi mi? Yeni bir silah portatifim var.”
“Evet çizimleri demişti..
“Onlar bitti. Yani yakınlarda bir yerlerde olması gerekiyor. Eğer müddet verirsen sana sunabilirim.”
Babuka biraz durdu ve şüpheli bakışlarını üzerime dikti. “Dur bir dakika” diyerek söze girdi ve üzerime yürümeye başladı.
“Silahın içeriği ne? Ve bu ormanlıkta hangi cehennemden getirteceksin?”
“Fazla uzakta olmayan bir yerde depoladığım silahlar var. Sadece bir mühendis değilim. Eğer onay verirsen birkaç saate buraya bir örnek getirtebilirim ne dersin?”
Babuka şüpheli bakışlarını üzerimden çekti ve kulübenin içinde yürümeye başladı. Biraz düşündü ve taşındı. En sonunda kafasını bana çevirdi.
“Silahtan bahset bu dandik Uzilerdense seni onunla vururum.”
“Bir Uzi kadar hafif, bir AK-47 kadar etkili. Fazla ses yapmaz tutukluk riski diğerlerine göre minimumdur. Bir şarjör 54 mermi alır eğer inanmıyorsan telefon etmeme izin ver de sana yeni bebeğimin neler yapabildiğini kanıtlayayım.”
“Bahsettiğin şey bir silah için imkansız duruyor.”
“Burada senin eski model silahlarını tamir etmek için bulunmuyorum. Medeniyetten geliyorum. Şöyle düşün hala 20. Yüzyıldasınız ve ben size 21. Yüzyıldan silah getiriyorum. Henüz atom bombasından haberiniz yokken Hiroşima’nın tepesinde çoktan uçaklarımı uçuruyorum.”
“Buraya beni küçümsemeye mi geldin?”
“Hayır sadece Afrika’nın bu cehennemine yeni silahlar için bir Avrupalıyı neden seçtiklerini söylemeye çalışıyorum.”
Babuka’nın kafası karıştı. Sert biriydi ama aptal değildi en azından kendi ve çevresi bakımından. Kendi kafasında çözümleme yapmaya çalışırken yine bir şeyleri başka şeylere karıştırdım. Bu durumda bir adama artık enjekte edeceğiniz tek şey; koltuklarını kabartacak liderlik zırvaları.
“Hadi ama yüzbaşı. Burada bir ordu yönetiyorsun düşmanlarını geçtim dostların bile bu teknolojiye hayretler içinde bakacak. En güzel bisikletin sende olması gibi. Yada en güzel kızı senin götürmen gibi. Hepsini geçtim sadece bir tane beğenmesen bile cephanende kalsın. Bende silahlara bakar yenilemen için elimden geleni yaparım.”
“Pekala ara onları”
Hemen telefonumu çıkardım ve birkaç numara tuşlamış gibi kulağıma koydum. Suratımı asıp kafamı umutsuzca önce sağa sonra sola salladım.
“Çekmiyor dışarı çıkabilir miyim?”
“Elbette”
Bu kez dışarıya çıktım ve gerçekten numarayı çevirdim. Aradığım kişi Safir’den başkası değildi.
“Evet.” Dedi.
“Yüzbaşı silahı görmek istiyor kaç saatte burada olur?”
“40 dakika”
“O kadar yakında mısınız?”
“İnan bana Spinoza nefesini bile hissedebiliyoruz.”
Telefonu kapatıp yüzbaşının yanına döndüm 
“40 dakika”
“Oldukça erken.”
“Ferrarileri varmış.”

Yüzbaşı bıyık altı gülümsedi. Gaz lambasını alıp dışarıya çıktı. Birlikte çadırların arasından yürürken sesi çıkmıyordu. Yüzünde anlam veremediğim bir ifade vardı sırıtıyor gibiydi ama sanki bunu yaparken birileri ona acı çektiriyordu. 

17 Ağustos 2015 Pazartesi

-Bölüm 4- Cehennemi Yaratırken (Güncel Kısım 1)

İkinci kez çalıştırıp özellikle arabayı içi çamur dolu küçük bir çukurun üzerine sürdüm. Biraz çamur beni daha iyi hissettirebilirdi.
Ulusal Camii’nin kuzeybatısında kalan büyük kaya adı verilen bölgenin diğer kısmında başıboş bırakılmış evlerin en lüksünü arıyordum. Ulusal camii demişken; Nijerya’da en fazla Müslümanlık yaygın, kendilerine Hanefi ve maliki diyen iki mezhep bu ülkede dini bakımdan Müslümanlar tarafından ele geçirilmiş diyebilirim. Terör bakımından ise hristiyan ülkelerden çok Müslüman ülkelerden yardım alıyorlar .Tabi hemen sonrasında hristiyanlık ve bunun yanında birçok enteresan inanış biçimi var. Hiçbiri beni ilgilendirmiyor ancak beyaz bir elbise ile donsuz dolaşan zenciler canımı sıkmıyor değildi.
Arabamı park edip yürümeye başladım. 50 metrenin sonunda çok küçük bir villanın kapısını tutan iki adam vardı. İkisi rahat giyimli beyaz adamlardı bir nevi onları gördüğüm için mutlu bile olmuştum. Belimdeki silahı ve bıçağı kontrol ederek onlara doğru yürüdüm.
“İyi günler beyler.”
“Akşam oldu. Ne istiyorsun?”
“Sonuçta gün bitmedi değil mi? Sanırım kayboldum.”
“Nereye gitmek istiyordun.”
“Caldwell adından bir adamı arıyorum.”
Adamların ikisi birbirine bakıp üzerime doğru yürüdüler
“Sen kimsin?”
Doğru yere gelmiştim.
“Bay Caldwell’i öldürmeye gelmiştim.”
Karşımdaki adam sırıtmaya başladı ve ben tam bu sırada dirseğim ile suratına sert bir darbe indirdim. İkinci adam hamlesini yapmak için hazırlanırken bir döner tekme ile suratına onu bayıltacak bir vuruş yaptım. Ağzından ve burnundan kan çıkan adam yerde yatıyordu. İlk darbeyi vurduğum kişinin son olarak da ensesine bir dirsek vurarak bayılmasını sağladım. İçeri hızlı adımlar ile yürümeye başladım kesinlikle acele etmiyordum. Belimden silahımı çıkarıp bu kez villanın kapısında duran iki adama ikişer kurşun sıkarak onları oyun dışı bıraktım. Hızlı adımlarım koşmaya başladı ve kapıya sert bir omuz atarak içeriye daldım. Bu kez silah seslerine doğru koşan adamlardan birinin üzerine atladım. İçeriden başka bir siyah adam geldi. Beyaz adamın sırtına atlamış boğazını sıkıyordum. Bu sırada siyah adam bana hedef almaya çalışıyordu ancak bu onun için çok zordu. En sonunda beyaz adamın boğazını tek elimle sıkarken belimden bıçağımı çıkarıp kalbine sapladım. Adam yere yıkılırken silahımı çıkarıp siyah adamı omzundan kör bir atışla vurdum. Bıçağı beyaz adamın kalbinden çıkarıp bu kez omzundaki yara ile kıvranan adamın kalbine sapladım. Enteresandı bu kadar gürültüye rağmen Caldwell ibnesi hala aşağıya inmemişti. Bıçağımı çıkarıp herifin kıyafetleri ile temizledikten sonra yukarı kata çıkıp odaları aradım. Bir odanın içinde birkaç tane çıplak kadın seslerden korkmuş şekilde saklanıyorlardı. Daha fazla aramak istemedim.
“Hey.. Hey!”
Korkudan sadece çığlık atıyorlardı.
“Hey adam nerede!? Söylemezseniz hepinizi tek tek vuracağım.”
İçlerinden birisi ağlayarak ‘Banyoda’ dedi. Ve devam etti ‘Banyoda koridorun sonunda lütfen ‘
Kapıyı kapatıp koridorun sonundaki banyonun kapısına sert bir tekme atarak kırılmasını sağladım. Bana verilen resimdeki tarife uyan oldukça sıska tipli ince top sakallı kel bir beyaz içi dolu küvetin içinde kafası güzel şekilde uzanmıştı. Kafasını çevirip bana baktı.
“Sende kimsin ? Hiç yerlilere benzemiyorsun?”
O an bu kadar aksiyon ve sese rağmen böyle tepki verebilecek bir adamın ciddiyetten anlayacağını sanmıyordum.
“Elbette yerli değilim. Ben seni bu Kızılderililerden kurtaracak olan soluk denizliyim. Hadi gidiyoruz. “
Caldwell ince sesi ile rahatsız edici bir kahkaha attı. Zar zor ayağa kalktı ve ellerini penisine götürerek testislerini sıkmaya başladı.
“Beni kandırabileceğini mi sanıyorsun? Bak hala toplarım ve ben yaşıyoruz seni geberteceğim.”
“Hadi Caldwell kimse kalmadı. Fazla uğraştırma beni”
“Biliyor musun sen baya komiksin ama gözlerinde farklı bir şey var. Yok sen.. Sen o herkesi güldürüp yalnız kalınca köşeye çekilip ağlayan palyaço musun?”
“Hayır ben o palyaçoyu öldüren kişiyim.”
“Vay canına. Güzel laftı! Yine güldürdün beni.”
Caldwell’e yaklaşıp suratına sert bir yumruk vurdum. Kapıya asılı bornozlardan birini giydirip omzuma alarak aşağıya indirip ardından bahçe kapısından çıkararak 50 metre yürüdüm. Wrangler’ın bagajını açıp Caldwell’i içine attım. Ardından arkadaki ipler ile ellerini ve ayaklarını bağlayıp ağzına bir bant çektim.
Yol boyu tüm karayolunda boş boş gezindikten sonra Abraj karayoluna girip Safir’in bahsettiği bataklık bölgesine doğru arabamı sürdüm. Bu sırada Caldwell uyanmış bagajı tekmeliyordu. Önce durulmasını bekledim ancak duracak gibi değildi. Arabamın bagajında bir canlıdan çok her zaman ölünün olmasını tercih ederdim ve genelde her zaman ölüler olurdu. Arabayı sağa çekip aşağıya indim, ardından bagajı açıp Caldwell’in ayılmış gözleri ile karşı karşıya kaldım.
“Tam senden hoşlanmaya başlamışken neden rahat durmuyorsun?”
Caldwell bagajın içinde çırpınmaya devam etti. Arabam dünyadaki her canlıdan daha değerliydi ve keş bir beyazın onu tekmelemesine izin veremezdim. Suratına sert bir yumruk vurarak bayılmasını sağlamaya çalışsam da bunu ancak üçüncü yumrukta gerçekleştirebildim. Sonunda bataklık yoluna girmiş arabam istediğim pisliğe bulaşmıştı. Biraz daha yol yaptıktan sonra artık ilerleyemeyeceğimi fark ettim. Cladwell’i sırtıma alıp ormanın içine girdim. Biraz yürüdükten sonra yakılmış ateşe doğru sessizce ilerledim. Biraz daha yaklaştıktan sonra adımlarımı rahatlattım çünkü karşımda ayrılmaz üçlü ve birkaç adamı vardı. Çalıların arasından çıkar çıkmaz tüm silahlar üzerime doğruldu
“Hey sakin olun millet. Paketi getirdim.”
Caldwell’in baygın bedenini bataklığın yanına attım. Safir ve diğerleri kel adama şaşkınlıkla bakıyordu. Safir bir anda kızgın gözler ile bana baktı
“Sana onu canlı istiyorum dedim!”
Adamlardan birinin matarasını alıp Caldwell’n suratına boca edip birkaç tokat ile ayılmasını sağladım. En sesinden tutup yerde oturur hale getirip ağzındaki bandajı çektim. Caldwell’in suratına yapışan bant çıkar çıkmaz ona bir ağda acısı uyandırdı.  Safir’e döndüm.
“Senindir” dedim ve kenara çekildim. Artık sorgulama sırası onlarındı. Safir oldukça ciddi bir sesle dizlerinin üzerine çökmüş Caldwell ile konuşmaya başladı ben olsam onunla konuşurken bu kadar ciddi olmazdım.
“Bay Caldwell bu şekilde geldiğiniz için üzgünüz ancak hiçbir şekilde yanaşmadınız.”
Caldwell ayılmıştı ve sonunda onun ciddi halini görebilmiştim.
“Ben kendimi hiç kimse için pazarlamam. Sizin gibi ülke sevdası deyip insanların cebindeki paraları kendi cebine atanlara hiç satmam!”
“Caldwell kendini çoktan Boko Haram’a sattın. Ahad ilk başta yeni gelen eleman neydi adı.. Elirich.. Onunla görüşmen için ikna etmedi mi? Temiz olup olmadığını önce sen belirleyip ardından onu adresler ile salmayacak mıydın?”
“Ahad en azından kime çalıştığını biliyor. Ve ister inan ister inanma sizin vaktiniz doldu. Boko Haram ve Ahad Nijerya’nın sahibi.”
“Adresler nerede?”
“Kıçıma soktum gel de al”
Safir bir göz hareketi ile iki elemanını harekete geçirdi. Karanlıkta görmekte zorluk çektiğim iki zenci önce Caldwell’e sert bir yumruk attı. Arından diğer elindeki kerpeteni direk ağzına soktu ve Safir’e baktı. Ondan işaret bekliyor gibiydi.
“Şimdi Caldwell tekrar soruyorum adresler nerede?”
“Elrich’de. Adresleri ona verdi. “
“Neden güvenmediği birine adresleri versin?”
“Ahad sandığından da zeki bir adam bana da güvenmiyor.”
“Peki Elrich? O nerede?”
Caldwell gülümsemeye ardından kahkahalar atmaya başladı. Ağzında kerpeten olan bir beyaza göre oldukça neşeli görünüyordu ama bu fazla sürmedi Safir bir el hareketi ile neşesini bir anda çığlıklarla harmanlanmış acıya dönüştürdü. Zenci kerpeten ile Caldwell’in dört yada beş dişini bir anda çekti. Ağzı kanlar içinde yere düşen Caldwell acıdan çırpınıyor ve tek yapabildiği şeyi yapıyor; çığlık atıyordu.
Biraz daha durulduktan sonra yine sırıtmaya başladı ve Safir yine sordu.
“Elrich nerede!?”
“Eğer söylersem beni serbest bırakır mısınız?”
“Elbette Caldwell sen kendi çöplüğünde debelenen sıradan birisin. Kimseye karışmazsın. Amacım seni öttürmek.”
“Siz burada otururken Ahad’ın hareket halindeki iki adamı çoktan Elrich’i otelinden almaya gitti.Aptallar!” Koca bir kahkaha bıraktı ardından devam etti “Enyama Oteli”
“Spinoza otele onlardan önce git ve Elrich’i öldür. Onun yerine geç ardından müsait bir telefondan beni ara.”
Bana hemen elindeki bir kartı verdi. Üzerinde tek bir telefon numarası yazıyordu. Aslında söyledikleri basitti kısa yoldan bana köstebek olmamı söyledi. Öncesinde Elrich’i öldürmem ve zamanla yarışmam gerekiyordu.
“Bu arada şu kafası testis topuna benzeyen adamı öldür.”
Caldwell bir anda şaşkın gözler ile önce bana sonra Safir’e bakıyordu.
“Ama söz verdin! Bırakacaktın.. Lütfen.. Ne ol..”
Ve kulakları çok kısa süreliğine sağır eden bir sesin eşliğinde Caldwell’in kafasına girip çıkan tek kurşun onun rahatsız eden sesini kesmişti. Bu esnada Johari dahil herkes bu kadar seri olmamı hayranlık ve büyük bir vahşet ile izliyorlardı. Silahımı geri yerine koyup onlara aldırmadan arabama koştum ve gazladım.
Elimden gelen sadece gazı köklemek ve daha hızlı gitmekti. Enyama oteli yakınlarımızdaydı. Tek sıkıntı karayolunun engebeli olmasıydı. Ama Wranglerim ve ben bunu da aşmasını bilmiştik. Aklımda hiçbir plan yada kural yoktu. Olabildiğince hızlı şekilde doğaçlama yapmam gerekiyordu.  15 dakikalık bir yolun ardından arabayı otelin önünde durdurup koşarak resepsiyona girdim.
“Buyurun efendim nasıl yardımcı olabilirim.”
“Elrich.. Bay Elrich ile görüşmem gerekiyor. “
“Soyadı?”
“Kayıtlara bak telefonla ara onu beni bekliyor olmalı.”
Saçını topuz yapmış siyahî kadın iyice inceledikten sonra kibar konuşması ile devam etti.
“Hıh! İşte burada. Bir saniye”
Kısa bir telefon konuşması gerçekleştiren kadın yeniden bana döndü”
“216 numaralı oda dördüncü kat. Sizi bekliyor efendim.”
“Şey.. Bir şey daha sorabilir miyim?”
“Elbette.”
“Bay Elrich’e iki misafir daha gelecekti onlar geldi mi?”
“Hayır efendim Bay Elrich’i ilk siz sordunuz.”
“Pekâlâ iyi akşamlar.”
Dört kat merdiven çıktıktan sonra 216 numaraları odanın kapısını çaldım.
“Kimsin”
“Caldwell. Senin için geldim.”
Elrich kapıyı açtı ancak hiç centilmen değildi arkasını dönüp sanki kapıda kimse yokmuşçasına odanın içine ger girdi. Direk çantasını toplamaya başladı.
“Gidiyoruz değil mi? Bu arada telefonda sesin daha kalın çıkıyordu.”
“Sesim hiçbir zaman incelmedi.”
Arkası dönük kurbana sinsi bir kaplan gibi ağır adımlar ile yaklaşıyordum. Karşısındaki arkası dönük masum geyiğin hiçbir şeyden haberi olmaması kaplanın ağzını iyice sulandırıyordu.   
“Umarım Lagos burası kadar berb..”
Kollarımı koltukaltlarından sokarak göğsünü ve hareket alanını kısıtladım. Kollarımı iyi kilit yapar nefes almasını zorlaştırırken kendisi çırpınarak ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. O debelenirken banyoya götürdüm. Hala debeleniyordu. En sonun biraz çöktüm ve dizimle takımlarına sert bir vuruş yaptım. Dengesi bozulan Elrich biraz sarsıldı. Hiç vakit kaybetmeden kafasını tutup lavaboya vurdum. Sonra bir daha, bir daha ve bir daha… Kanamaya başladı. Kafasını lavaboya tutup kanların lağımlara akmasını sağladım. Nabzı artık atmıyordu. O kanlarını akıtırken üzerini aradım. Kimlik ve bir cep telefonundan başka bir şey çıkmadı. Hepsini üzerime alıp hazırladığı çantayı kontrol ettim.  Elrich 90 doğumlu mühendislik alanında yüksek lisans yapmış bir gençmiş.  Belgelerin hepsi bunu gösteriyordu. Kimliğinde Arnavutluk doğumlu olduğu yazıyordu ancak pasaportunda birçok Avrupa ülkesi girişi vardı. Çantasını biraz daha karıştırdığımda birkaç çizim gördüm. Bunlar birkaç silah portatifiydi. Elrich’in asıl ne iş yaptığı ve neden burada olduğunu az çok anlamıştım. Elrich bir silah tüccarı yada elçi değildi. Sanırım kendisi silah geliştiren bir beyindi ve bu kadar üstüne düşüldüğüne göre Avrupa’da iyi işler yapmış birisiydi. Çantasından çıkardığım birçok nota göz gezdirmeyi ihmal etmiyordum, bir sürü sayılar, kodlar ve anlamadığım birkaç dil. Bunları anlamam bana hala hiçbir bok ifade etmiyordu sebebi ise Safir’in plansız şekilde beni Elrich’in yerine koyması oldu. Hemen otelin telefonundan onu aradım, Dördüncü çalışın sonunda cevap verdi.
“Vaktim kısıtlı bana aklından neler geçtiğini anlat ben bu kadar ayrıntı bilmem.”
“Elrich’i buldun mu?”
“Banyoda kan kusuyor şuanda ve adamlar hala gelmedi.”
“Bundan sonra adın Elrich. Herkes sana öyle hitap edecek. Merak etme seninle birlikte geleceğiz artık içeride adamımız var hem hiç kimse seni tanımıyor. Sadece rahat ol ve biraz bilimsel konuş. Koloni kamplarındakiler sadece adam öldürmekten anlar. İyi şanslar Spi.. Pardon. Bay Elrich. Varınca mutlaka yerini bildir.”
Safir telefonu yüzüme kapattı. Cebimden hemen az önce Elrich’den aldığım cep telefonunu çıkarıp şarjını kontrol ettim. Etraftaki belge kimlik ve bir takım notları da sırt çantasına koyup yatağının üzerine bıraktığı deri ceketi giyindim ve Ahad’ın adamlarını beklemeye koyuldum.
Yaklaşık beş dakika sonra kapı altında iki adamın gölgesinin olduğunu gördüm. Hiçbir hamle yapmıyorlardı sanırım sadece dinliyorlardı. Aklımdan geçen onlara resepsiyondaki kızın bir beyazın gelip Elrich’i sorduğunu söylemesi oldu. Biraz zaman sonra kapı çalındı.
“Kimsin!”
“Bay Elrich’i arıyoruz”
“Kendisi ile konuşuyorsunuz bekleyin.”
Kapıyı açtım ve iki adam içeriye girdi.
“Kadın bir adamın daha geldiğini söyledi.”
“Lanet olsun bana hiç mi saygınız yok? Hiç mi değer görmüyorum? Adam az kalsın beni öldürüyordu!”
“Nerede o?”
“Size gerek kalmadı. Bunlar bizzat rapor edeceğim.”
“Burası başkent ve her yerde çevirme var geç kaldık.”
“Size var da bu adama yok mu?”
Kısa süreliği bir sessizliğin adından zencilerden biri adamı aradı ve hiçbir şeyin olmadığını söyledi.

“Buyurun isterseniz artık gidelim. Yeterince geç kaldık.”

14 Ağustos 2015 Cuma

-Bölüm 4- Cehennemi Yaratırken

Gözlerimi devirip önüme doğru bakarken aynı benim gibi yanımda da kendi yoluna bakan adamlar görüyordum. Çamurlu patika kapalı bir hava ve hayatlarının neden böyle boktan ilerlediğini sorgulamayacak kadar umutsuz ve tepkisiz kalan narsist zenciler. Bir nevi onlar bu kıtada nasıl hayatta kalabileceklerini çözebilecek kıvama gelmiş insanlardı ki tüm bunları yapmalarının sebebi zekâları değil yaşadıklara forma sağladıkları uyumla alakası vardı. Dostoyevski’ye göre insanı hayvanlardan ayıran en büyük özellik bizlerin yani insanların yalan söyleyebilmesiymiş. O ihtiyara katılarak söylüyorum ki bu gerçek hayvanları bizden daha şerefli kılıyor. Yaşam formuna dönecek olursak evet aynı tundra ikliminde yaşayan bir hayvanın soğuğa duyarlı olup ondan korunması içip tüylerini çıkarabilmesi gibi. İşte bu yanımdaki sadık zencilerde kan iklimine uyum sağlamaya çalışan birer hayvandan farksız bireylerdi. Onlar için gurur 20. Yüzyılda kaldı. Belki 19 belki daha eski.. Onlar hayatta kalmak için kendilerinden güçlü insanların sözlerine boyun eğmeyi ve hayatları için gerektiğinde kendilerini bile hiçe sayabileceklerini yaşayarak ve gördükleriyle öğrendiler. İşte bu iklime alışmış hayvanların eşliğinde kendi kurallarımı yıkarak Abuja’nın belki de en güçlü adamının evine giden toprak patikada hayatın anlamını sorguluyor bu boktan zencilere bir kez daha acıyordum. Belki acınması gereken kişi başta bendim ancak insan kendini sorgulamaktan zerre keyif almayan bir varlık ve bu benim nedense canımı yakmıyor aynı diğer insanlar gibi.
Düşüncelerim ile sıradanlığın dibine vurmuşken Birkaç gece önce Johari sayesinde evinden kaçtığım Safir’in en üst düzeyde korunan malikânesinin sonunda avlusuna girmiştim. Kapıda Safir beni bekliyordu. Beni gördüğüne hiç mutlu olmamıştı ama suratındaki şaşkın ifadeyi gizlemesi oldukça güçtü.
“Aynı bu saatlerde evimden defolup gittin neden geri dönesin?”
“Bilmem. Belki canım sıkılmıştır. Belki kafayı fazla çekmişimdir. Yada rahatlamaya ihtiyacım vardır. Kim bilebilir?”
“Canımı sıkma Spinoza. Ne bok yemeye geldin buraya seni öldürmemem için bir sebep söyle.”
“Teklifinizi düşündüm ve kabul ediyorum eğer sorgulamanız bitti ise bir bardak Jhonnie Walker içip şartları konuşmak istiyorum.”
Safir gülümsemeye başladı. Elbette beni içeriye alması kolay olmayacaktı. Devam etti.
“Yani içeride kıçından kan gelene kadar dayak yediğin halde bizimle olmayı kabul etmedin ardından bu evden kaçtın tam kurtulmuş rahata ermişken bizimle olmayı kabul ettin öyle mi?”
“Evet tam olarak öyle oldu.”
“Seni..”
“Hem ne derler bilirsiniz zorla güzellik olmaz”
“Bu ne sikim bir cümle.”
“Sanırım bir Ortadoğu ülkesinden hatırlıyorum tam emin değilim ayrıca şuan kafam oldukça güzel gibi başım beni öldürüyor.”
“Ahad’a gitmediğini nereden bileyim? Ya bu senin beni öldürmek için yeni bir oyununsa?”
“Eğer seni öldürmek isteseydim buradan kaçmadan önce odana gelip kafanı değersiz vücudundan ayırabilirdim değil mi?”
“Beni yorma Spinoza! Beni inandır” sesini oldukça yükseltmişti. Haklıydı sesini yükseltmekte baya sinir bozucuydu eğer karşımda ben olsaydı suratına çoktan bıçağımı saplamıştım.
“O orospu çocuğunun beni de öldürtmek istediğini duydum paramı alamadım ve bu kadar zahmeti bana yaşattığı için o pisliğin can çekişmesini istiyorum ayrıca buraya bedavaya gelmedim ben kaliteli bir fahişeyim.”
O sırada alındığından mı bilmedim ama balkona Johari çıktı. Kafamı kaldırıp güzelliği ile gözlerimi biraz ödüllendirmek istedim. O da beni bu kadar kısa sürede beklemez diye düşünüyordum fakat pek şaşırmamış gibiydi.
“Bayan Johari kocanız oldukça inatçı! Hepinize sesleniyorum ya beni içeriye alın şartları konuşalım ya salın yada tüm midemi ucuz mermileriniz ile doldurun.”
“Tanrım bu adam kafayı iyice bulmuş! İçeriye alın onu.”
Ben ve kafayı bulmuş inadım bu raundu kazanıp içeriye doğru yürüdüm. Bu kadar baş ağrısı buraya gelmeden önce aldığım alkol başımı döndürse de en az beş zenciyi dövebileceğime kendimi inandırmıştım.
Beni meşrubat ile bayıltıp ırzıma geçtikleri çalışma odasına girip deri koltuklardan birine kendimi attım. Tüm yüzsüzlüğüm ile sek viskimi isteyim koltuğa yayıldım. Kafamı en son binlerce ışığını hatırladığım avizeye doğru yönelttim. O kadar da çok ışığı yokmuş.  Viskim geldi ve koca bir yudum alıp ilk viski içerken tüm vücudumuzda ürkme yaratan o his uyandı. Bu his normalde boğazda bir yakma ile kesilirdi fakat o kadar çok içkinin ardından bende kusma isteği uyandırdı. Tabi kusmadım. Henüz.
“Bay Spinoza iyi misiniz?”
“İyi olmam seni mutlu eder mi?”
“Hayır. Sanırım pek bir şey fark etmezdi.”
“O zaman ne sikime soruyorsun?”
Safir bozulmuş şekilde gözlerime baktı. Sanki gözlerinde ‘Sana ihtiyacım olmasa derinden kendime güzel bir ceket yapardım’ sözleri vardı. Hala bana ihtiyacı var ve bu beni şımartıp vurdumduymaz bir adama dönüştürüyordu. 
Bardaktaki tüm viskiyi fondip yapıp bir tane daha istedim. Ve istediğim gibi geldi. Elbette gelecekti.
Johari aşağıya inmiş neredeyse kocasının kucağına oturacak şekilde yanına sırnaşmıştı. Bu bana acı yerine bir iğrenme hissi uyandırıyordu.
“O iyi mi?” diye sordu kocasına.  O da her insanoğlu gibi konuşma yeteneğini kullanarak cevapladı.
“Bilmiyorum ama iyi olacağına eminim. Şu durumda önemli olan dürüstlüğü”
Biraz gülümsedim ve ardından içten gelen koca bir kahkahayı tüm odanın boşluğuna bıraktım. Dürüstlükten bahsediyordu. Afrika’da sadece paraya tapan bir adam kapınıza kadar gelmiş ve paraya ihtiyacı var bunun neresi sorgulanabilir ki?
“Bay Spinoza isterseniz bunları sabah konuşalım?”
“Hiç gereği yok şu an oldukça keyfim yerinde ve iş konuşmak istiyorum. Henüz saygı değer karınız da buradayken anlaşmamızı yapalım ancak beğenmezseniz bile ya beni öldürün yada güzel bir oda verin onda anlaşalım önce.”
“Pekâlâ.”
“Size benim geleceğimi haber veren en yakın arkadaşım Paul’a buradan kaçar kaçmaz uğradım. Yaşamak için bana diğer düşmanlarımı da anlattı. Başından beri Ahad planlamış burada ölmemi istiyormuş alacağını benim sayemde almış.  Amacı sizin Pazar payınız değil biliyorum sizde silah satıyorsunuz fakat önemli bir değeriniz yokmuş yani silah pazarında anlatabiliyorum değil mi?”
“Ne yani bundan haberiniz yok muydu?”
“Elbette yoktu neden olsun ki tanrılar aşkına bu zamanda bir insanın şerefi ile çalışması ne kadar zor. Siz siyahlar başta böyle şerefsizken biz beyazlar nasıl duralım?”
“Devam et.”
“Ona inanmadım ilk ancak Ahad’ın bana verdiği süre geçtiği halde öl bedenini ona göstermedim bunun onu endişelendirip beni aramasını gerektirirdi ama aramadı. Paul’a bana verdiği aynı numarayı görünce her şeyi anladım ve o raya nihayetinde tek başıma gidemezdim bu yüzden hem size iş yaparak para kazanırım hem de Ahad’a acı veririm diye düşündüm.”
Konuşma oldukça boğazımı kurutmuştu. Viskimden koca bir yudum alıp Johari’nin gözlerime büyük bir hayal kırıklığı ile bakmış olduğunu gördüm. Belki de beklediği bir dürüstlük temsilcisi olarak gelip ölen çocuklar ve kendisinin söylediklerinden etkilenip buraya o şekilde geldiğimi açıklamamdı. Bunları anlatsam sabaha kadar kendisi ile sevişebilirdim fakat bu hakkı kaybetmiş gibiydim. Büyük bir kayıp olsa da zararın bir köşesinden dönmeyi boku tam anlamı ile yemeden başarmıştım ve bunda karşımda bana hayal kırıklığı içinde bakan kadının payı büyüktü.
Ona içimde olduğum karmaşayı anlatamazdım. Kendimi bu şekilde inandırmış, bu şekilde para düşkünü ruhsuz taş kalpli bir adam olarak lanse etmeyi başarmıştım. Her ne kadar kendisi beni öyle görse de anlattıklarım Safir’in işine gelmişti, ilk kez bana parlayan gözlerle bakıyordu çünkü hikâyemi destekleyecek kanıtlar ve bir adet ben vardım tam karşısında oturuyordum.
“Size inanmak istiyorum Bay Spinoza gece birkaç araştırma yapacağım. Üst katlardan birinde size misafir odalarının birinde ağırlamak isteriz. Yarın sabah kahvaltıda görüşürüz.”
“Demek misafirler için sadece karanlık zindanlarınız yokmuş”
“Misafire göre Bay Spinoza”
Pantolonumu çekip ayağa kalkarken deri koltuk cızırtısı kulakları rahatsız etse de kalkar kalkmaz gelen baş dönmem az önce ilk yudumu aldığım viskiden gelen ürperti hissini geri çağırmıştı. Boğazıma gelen Jhonnie Walker inanılmaz şekilde midemi bulanırmış ve büyük çalışma odasının en pahalı döşemelerine tüm kusmuğumu bırakmıştım. Bir anda yere düştüm ve yerde kusmaya devam ettim. Bir adet vicodin ve bolca alkollü içki içimden çıkmış tüm çalışma odasını kokusuyla zehirlemişti. Ayağa kalktım ve gözlerimin bayılmış olduğunu hissettim.
“Bu da size minnettarlığımın hediyesi olsun sikikler”
Johari hemen olaya müdahale etti ve beni uzaklaştırdı.
“Ben ona yardımcı olurum” diyerek bana yolu gösterdi.
Uzun bir yürüyüşün ardından kendisi ile hiç konuşmadık. Beni önce bir banyoya geçirip üzerimdekileri çıkarttı. Sadece bokserım ile kaldım. Tüm elimi yüzümü kendisinin yardımı ile yıkadım. Bu kadar olayın içinde olması pamuksu ellerini bir erkek eli gibi sertleştirmişti. Yine de şikâyetçi değildim. Dünyalar çirkini yüzüme belki dünyanın en güzel kadını ilgi gösteriyordu bunundan şikâyet etmek büyük terbiyesizlik olurdu.
Havluyla yüzümü ve vücudumu silip beni yeniden koridora çıkarıp yürütmeye devam etti. Bir kapıdan içeri girip orta büyüklükte oldukça lüks bir odada buldum kendimi. Çıplak ayaklarım duvardan duvara kaplanmış halılara basıyordu. En sonunda yatağa oturdum ve etrafa bir aptal gibi boş boş bakınmaya başladım.
“Neden geri döndün?” diye sordu Johari.
“Nedenini anlattım. Tekrar anlatacak durumda değilim.”
“Ben gerçek nedenini sordum.”
“Gerçek neden diye bir şey yoktur tek bir neden vardır o da bahsettiğin gerçek nedendir onu da aşağıda anlattım.”
“Anlamıyorum geri dönebilirdin. Neden bizim için geri döndün?”
“Sizin için mi? Hayır kesinlikle sizin için dönmedim hatta sikimde bile değilsiniz sen senin gözlerin nede kocan.”
“Gözlerim ne alaka?”
“Her seferinde neden böyle kocaman bakıyorsun daha doğrusu nasıl bunu beceriyorsun?”
“Bilmiyorum. Sorularıma yanıt ver.”
“Sorularına yanıt aldın Johari. Daha iş yaptığınız insanlara bile saygınız kalmamışken neden sözlerinizin hatırına geri döneyim ki?”
“Bir şey gördün değil mi?”
“Evet bir şey gördüm ama her zaman gördüğüm şeylerden farklı değildi.”
“Yine bu arazinin içinde yakınlarımda uyuduğunu bilmek güzel.
Johari az önce temizlediği yüzüme o hiçte yumuşak olmayan elleri ile dokundu. Sakin onun ellerinde yaratılışımda olan bir şey vardı ve bir anda yumuşuyordu. Suratımın ilk kez güzel olduğunu hissediyordum. Sanki dokunduğu her şeyi altına dönüştüren bir büyücüydü. Ama büyücüler zenci olmaz derdi dünyayı sikine takmayan babam. Bilmiyorum belki vardır ama o hiç tanımamıştı. Nerden bilebilirdi ki uydurma hikâyeler anlattığı oğlunun bir gün zenci bir büyücü ile tanışacağını.. Johari ıslak dudaklarını kokuşmuş ağzıma dayadı ve dilini usulca dilim ile buluşturdu. Bu pek masum olmayan oldukça ateşli bir iyi geceler öpücüğüydü.
“İyi geceler Spinoza. Sabaha görüşürüz.”
Çıkarken ışığı kaparken bana baktı hala bir tepki bekliyordu. Bende gözlerimi kapatıp gülümseyerek onaylar şekilde kafamı salladım. Çarşafımın içine girdim.
Uyudum.
Gözlerimi açtığımda sanki tüm dünya kafamın üzerine oturmuş benimle dalga geçiyordu. Kafamın içindeki baş ağrısı sanki ayılmama engel oluyordu. Dilimde sanki hiç su içmemiş yeni doğmuş bir çocuğun suya olan hasreti vardı. Çarşafımı yere fırlatıp zar zor yatağıma oturdum. Sanki birileri çekiçle ense kökümden kafama kadar vurmaya başlıyordu. Zar zor ayağa kalktım. Saatin kaç olduğunu bilmeden odanın içinde yürümeye başladım. Penceremi açıp ışığa doğru bakarken gözlerim sanki tecavüze uğradı. Biraz daha ayıldıktan sonra kıyafetlerimin temizlenmiş şekilde komidinin üzerinde olduğunu gördüm. Giyinip aşağıya inmeden banyoda elimi yüzümü yıkayıp iyice kurulandım. En sonunda ayna ile göz göze geldik. Diğer günlere nazaran daha da çirkindim. Gözaltlarım adeta siki tutmuş gibi bana bakıyordu. Aldırmadan aşağıya indim ve üç kişinin oturduğu yuvarlak bir kahvaltı masası beni bekliyordu. Safir’in sesi ile kulaklarım da güne merhaba dedi.
“Günaydın Bay Spinoza! Geç kaldınız buyurun bize katılın.”
Kafamı sallayıp merdivenleri teker teker indim.  Johari ve Safir yan yanaydı birde Mabad oturuyordu hepsinden uzak bir açı bularak oturdum. Kahve demliğini alıp fincanımı güzelce doldurduktan sonra acı bir yudum alarak kendime geldim. Bu sırada Mabad şişman vücudunu beslemekle meşguldü. Safir ise Johari ile oldukça neşeli bir sohbet geçiriyordu. En sonunda istemesem de ben akıllarına geldim.
“İyi uyudunuz mu Bay Spinoza?”
“İdare edebildim.”
“Dün gece söylediklerinizi hatırlıyor musunuz?”
“Elbette. Kelimesi kelimesine.” Bu sırada Johari’nin gözlerinin içine baktım.
“Güzel içimde sarhoş olduğunuz için bunları hatırlamamanız kaygısı vardı.”
“Biraz kafam güzeldi hepsi o kadar. Döşemeleriniz için kaygılandıysanız o ayrı..”
Safir biraz iğrenmiş gibi duruyordu. Bıçağını bırakıp ağzını bir beyefendi gibi peçete ile nazikçe sildi. Bende o sırada kahvemden ardı ardına iki yudum alarak kendime gelmeye çalışıyordum. Bir peynir parçası ağzıma atarak kokuyu bir nebze giderebilirdim.
“İşe Abuja’dan başlayacağız Bay Spinoza bize istediğimiz bir adamı getireceksiniz bu sayede hem size güvenim tam anlamı ile pekişmiş hem de işimizin ilk safhasını gerçekleştirmiş olacağız. “
“Elbette. Kaç kurban var ve önemleri ne? Adam başı ne kadar kazanacağım ve bu boktan iş ne zaman sona erecek?”
“Abuja’da istediğimiz iki adam var. Ardından Lagos’da sizin sayenizde Ahad’ın ele geçirdiği kolonileri havaya uçuracağız.”
“Size getirmemi istediğiniz iki adam mı var diğerlerini roket atar vs uçursanız? İki adamın işini bitirip gitsem?”
“O iki adamın işini bizde bitirebiliriz ancak bu size güvenle ilgili. Ayrıca şuanda herkes sizi ölü biliyor o kolonilere aynı buraya girdiğiniz gibi girebilir uzaktan kumandalı patlayıcılarımızı içeriye sokabilirsiniz. Bahsettiğiniz roket atar işi oldukça külfetli ayrıca istediğimiz sonucu vermez. Büyük bir kamptan bahsediyoruz. Koloni neredeyse Boko Haram’a satıldı.”
“Tüm koloni mi?”
“Elbette. Büyük bir şey planlıyorlar ve elimizi hızlı tutmalıyız. Daha fazla güç kazanmamız içi bu adamlara ve istihbaratlarına ihtiyacımız var.”
“Kim bu adamlar?”
“İkisi de beyaz. Birisi uzun zamandır burada. Diğeri de yeni geldi adı Elrich. Onun yerine geçerek kolonilere gideceksin. Ahad onu bekliyor. “
“Buna da tamam.”
“Fiyata gelelim. Ne kadar istiyorsunuz?”
“Dolar. 94bin. “
“Neden dolar?”
“Paranın direk hesabıma yatmasını istiyorum belki biraz tatile çıkarım.”
“Çok para bu.”
“Elbette çok para ve en sevdiğim. Biliyor musun Safir Benjamin Franklin’in vesikalık fotoğrafı aynadaki yüzümden daha çok mutlu ediyor beni. “
Safir gülümsedi. Mabad ise hala yiyordu.
“Paralel evrene inanır mısınız Bay Spinoza.”
“Sikeyim paralel evreni.”
Bu kez gülme sırası Johari’ye geçmişti. Gülmesinden rahatsız olmamıştım, hatta hoşuma bile gitmişti. Kahvemi yudumlayıp Mabad’ı izlemeye başladım. Ne zaman doyacağını merak ediyordum. En sonunda etrafında onu izleyen birilerinin olduğunu fark etti.
“Ne istiyorsun beyaz adam?”
“Hiç. Sadece yemeğe olan aşkınız beni hayran bıraktı. Sanki tüm Afrika’nın yarısından daha fazla karnınız doyuyor gibi.”
“Sence bu umurumda mı?”
“Bilmem umurunuzda mı?”
“Lanet olsun Safir yemek yerken rahatsız edilmekten nefret ederim bu ibneyi karşıma benimle taşak geçmesi için mi oturttun.
“Sadece eğleniyor Mabad kızma ona işimize yarayacak.”
Mabad konuşmaya devam etti. Yemeğe ara verip konuşmaya başlaması bile büyük bir başarı gibi duruyordu.
“Bu adam gittiğinde Johari’ye çok kızmıştın ama o döneceğinden emindi. İki üç gün içinde kadın haklı çıktı dostum sen ne dersen de Afrika’nın en zeki kadını ile sevişiyorsun.”
Şaşkınlık ile Johari’ye baktım. O da sanki duymamış gibi başka şeyler ile ilgilenmeye başladı. Bu sırada Safir elini Johari’nin eline götürerek gülümsedi. Onu sikmesi umurumda değildi ama sanki olayları tahmin etmiş bu kadar zeki bir kadının elini tutması baya zoruma gitmişti. Ben Johari’ye şaşkın ve çatık kaşlar ile bakarken Safir konuştu.
“Elbette öyle. “ Birbirilerine gülümsemeleri bana bir anda işkence gibi gelmişti. Kahve fincanımı bir süre sıktıktan sonra tüm kahveyi içip yenisini doldurdum.  Safir Johari ile ayağa kalkıp bahçeye çıkacaklarını ve benim yarım saat sonra çalışma odasında buluşmak istediğini söyledi. Kahvemden bir yudum alarak kafamla onaylayıp önümde pek de ilgilenmediğim gazeteyi okuyormuş gibi yapmaya başladım.
Dün gece tam ortasına kustuğum çalışma odasının deri koltuklarına oturdum.  Hiçbir şey olmamış gibi dik ve rahat bir oturuş ile vaktin dolmasını bekledim. Sonunda yarım saat doldu ve üçü sanki kurulmuş bir alarm gibi tam vaktinde içeriye girdiler. Safir önüme bir dosya fırlattı. Kapağını açıp kel ve bıyıksız bir adamın fotoğrafına baktım.
“Richard Caldwell. Burada yıllardır iş yapıyor küçük çaplı ama kaynakları için bize yanaşmıyor. Bu yüzden onu alıp bataklık bölgesine getirmeni istiyorum.”
“Adres ve diğer her şey içinde mi?”
“Elbette. Kendi aracını yıkattım benzinini doldurdular. İstediğin silahı seçebilirsin.”
“Kaçta?”
“Gece bir sularında adresteki bölgeye onu getir. Unutmadan eğer konuşmazsa tetiği her an çekmek için hazır olacaksın.”
“Sorun değil.”
Bu sırada Mabad konuşmaya girdi.
“Sana hala nasıl güvenirler bilmiyorum Paul’u iyi tanırdım ona haksızlık etmen ayrıca sinirime dokundu. Eğer bu işi beceremezsen seni ben öldürürüm.”
“Paul’a haksızlık yaptığımı düşünüyorsan o kadar da iyi tanımıyormuşsun demektir.”
“O pisliğe istediği şeyi verdiğin zaman ondan daha güveniliri yoktur. İşlerini bedavaya halletmen seni böyle bir kıtada zaten ölü konumuna sokar.”
“Kaybın için üzgünüm Mabad. Benimde istediğim bazı şeyler vardı.”
“Gözüm üzerinde Spinoza.”
Ayağa kalktım ve Safir’e döndüm.
“Başka bir şey var mı? Son 12 saatte fazlasıyla konuştum.”

“Haberlerini bekliyorum.” Dedi. Yanlarından ayrılıp malikânenin kapısından çıkarak Wrangler’ıma atladım. Başkası bindiği için oldukça rahatsızdım. Arabamı tam anlamı ile temizlemek istediğim bir şey değildi sanki tüm samimiyeti kaçmıştı. Hani az kıllı bir vajinadan hoşlanırsınız ve partnerinizin günlerden bir gün orayı sıfır tıraş ederek tüm zevkinizi kursağınızda bırakması gibiydi. 

10 Ağustos 2015 Pazartesi

-Bölüm 3- Siyahlar Ülkesindeki Kadın (Güncel Kısım 3)

Paul’a giderken gereğinden fazla hızlı yapıyordum ve uykusuzluktan kapanan gözlerime zar zor hakim olmaya çalışıyordum. Beni ayakta tutan tek düşünce Paul’un can çekişerek ölmesi ve benim bunu büyük bir zevk ile izlememdi.
Gereğinden fazla hızlı sürdüğüm Wrangler’ı kapının önünde durdurmakta zorluk çektim. Arabadan atlar atlamaz büyük bir hiddet ile içeriye girerken kapıda çırağın beni karşıladığını fark ettim
“Patronun nerede”
“İçeride efendim.”
“Toz ol buradan.”
İçeriye girip yüksek bir ses tonuyla Paul’a seslendim
“Hey Paul planın işe yaradı neredesin!?”
Paul şaşkın bakışlarla kafasını bir araba kaputunun içinden çıkarıp bana baktı. Gözleri şaşkınlıktan yerinden çıkacakmış gibi bakıyordu. Beyaz suratı birkaç ton daha açılmış, aynı bir hayalete bakar gibi bakıyordu.
“Mabad sana selam yolladı Paul bizzat iletmek istedim.”
Bakışlarını ve şaşkınlığını hala gizleyemiyor olduğu yerde dikilmiş bir buzdağına dönüşmüş gibiydi. Yüzüne bakıp gülümsedim.
“Söylesene Paul beni onlara satmanın karşılığı neydi?”
Paul biraz düşünde ve kekeleyerek konuya girdi
“Şey.. Ben”
Sesimi yükselttim
“Konuş seni ihtiyar orospu çocuğu beni kaç fahişeye sattın!”
“Mecbur kaldım evlat.”
“Bana hiç öyle söylemediler? Buraya nasıl geldim sanıyorsun?”
“Beni kokaine boğdular evlat. Kokain ve fahişelere bu dünyada bunlar daha güzel ne olabilir ki anlatsana sen söyle? Bana en çok hoşlandığım şeyleri verdiler senin dostluğundan da güzel şeyler hadi kabul et beni de sadece çıkarların için seviyorsun bunun için beni suçlayamazsın.”
İnsanların yaşı, neleri tecrübe ettikleri ve neler yaşadıkları aslında hepsi tek bir bağlantıda kırılıyor ve bu bize onların ne kadar bencil olduğunu bir kez daha gösteriyordu. Bir erkek seks yapmayı karısından daha çok seviyorsa bu onun sadakatini bir gün tuvalete atıp sifonu çekeceğine işarettir. Aynı Paul’un en çok sevdiği kokain ve fahişeler için belkide bu dünyadaki tek dostunun üzerine sifonu çekebildiği gibi.
“Evet, Paul haklısın ben de aynısını yapacağım.”
“Ne yapacaksın? İhanetimden dolayı cezalandırmak için beni öldürecek misin?”
“Hayır Paul senin tarzınla yapacağım bu işi sonuçta ben de bir insan sayılırım ve doğamda olan şeyi yapacağım, sen en sevdiğin dünyevi vaatler için dostluğumuzu öldürdün ben de seni öldüreceğim.”
“Anlamadım?”
“Fahişeler ve kokainlerin senin için en büyük zevk olduğunu ve bunlar için her şeyi yapabileceğini söylüyorsun değil mi aynı kişisel zevklerine düşkün olan basit insanlar gibi?”
“Evet öyle de denilebilir”
“Benim de kişisel zevkim bu Paul insanları öldürürken aldığım hazzı senin yaşlı kokuşmuş dostluğun dahi veremiyor bu yüzden seni öldüreceğim cezalandırmak amaçlı değil tamamen zevk için”
Paul tekrar donmuş yeniden aslında benim kiralık katil olduğum aklına gelmişti.
“Hatırla Paul önünde insanları öldürürken nasıl gülümsediğimi hatırla bu gülümsemeyi bana sen de verebilirsin tabi ellerimde can çekişirken. İhtiyar gammaz dostumu öldürmek inan bana farklı bir zevk verecek sanki bir saat boyunca penisimin zenci bir fahişe tarafından ağzında dolanması gibi hissedeceğim”
“Sözlerin yapacaklarından daha korkutucu.”
“Sözlerim yapacaklarımın garantisidir Paul.”
Bu sırada ihtiyarın duvara astığı aletlerden birine elimi götürdüm. Bu bir tornacıdan daha çok tesisatçılarda görebileceğiniz kırmızı renkte ağır tip bir boru anahtarıydı. Duvardan alıp ağır adımlarla Paul’un üzerine yürümeye başladım.
“Beni öldürmemen için sana başka bir bilgi verebilirim. Bu kez hayatını kurtarabilirim.”
“Beni ölüme yollayan bir keş benim hayatımı kurtarabileceğini mi iddia ediyor?”
Aklımda önce tüm eklemlerini elimdeki boru anahtarı ile kırmak vardı aynı bir kraker gibi dağılırken çıkan sesleri duymak istiyordum.
“Ahad.. Onu senin yolladığını biliyorum.”
“Ahad’ı Afrika’daki her pislik tanır bu bir kanıt değil” üzerine yürümeye devam ettim.
“Ahad Safir senin bana gelmen her şey tesadüf mü? İzin ver bu kez hayatını kurtarayım?”
“Ne karşılığında? Sana verecek kokainim yada fahişem yok.”
“Hayatım karşılığında”
İşte bu güzel bir anlaşma olabilirdi. Bir insanın hayatı olmasa fahişe ve kokainler de anlamsız kalırdı. Paul’un bildiği isimler onun hayatını kurtarabilirdi tabi benimkini de ancak işler karışmıştı.
“Dinliyorum. Senin için büyük bir fırsat beni ikna et.”
“Ahad başından beri senin ölmeni istiyordu bunların hepsi onun planıydı.”
“Ne yani Safir ve Ahad birlikte mi çalışıyorlar? Hadi bunu geçtim Ahad öldürmek istediği birine neden ölü biri yollasın ve beni öldürmek istiyorsa neden bunu başından yapmasın ve son olarak yahu Ahad beni neden öldürmek istesin?”
“Ne sanıyorsun o kaleye tek bir adam olarak elini kolunu sallaya sallaya girip öldürebilecek miydin? Bunların hepsi  Safir’i alt etmek için bir oyun senin bana geleceğini biliyordu tek bağlantımız olduğunu çok iyi biliyordu. Seni ne zamandır aramıyor? Hiç bunu düşündün mü?”
“Savaş umurumda değil ben bu işin içinde bile değilim ihtiyar bence üfürüyorsun”
“Ne oldu sana şu zekânı kullan ve gözlerini aç iyice bir bak etrafına bu işi kabul ettiğin günden beri içinde olmuş oldun artık Nijerya’nın iç savaşında bir rolün oldu. “
“Ne saçmalıyorsun?”
Paul sinirlenmişti ve sesini yükseltiyordu. Tüm bu olanları hala kafamda kurgulayamıyordum her şey karışık geliyordu. Karmakarışık.
“Ahad’ın öldürmek istediği iki silah tüccarı vardı onların ikisini de gayet güzel öldürdü. Sana para vermemek ve herhangi bir konuşmana engel olmak için seni öldürtmeyi seçti bu yüzden de seni o kaleye gönderdi işini sağlama almak için de bana geldi. Mabad işini Safir ile değil Ahad ile gerçekleştirdim. Çok iyi teklifi vardı ve madem sen en iyi dostum benim yüzümden öleceksin bunu hakkıyla yapayım dedim; Safir’e telefon açtım ve Ahad’ın onu öldürtmek için profesyonel bir katil tuttuğunu karşılığını verirse onu sana vereceğimi söyledim o da elbette kabul etti. Bir taşla iki kuş.”
İhtiyar orospu çocuğu aynı bir tilki gibi kafası çalışıyor söz konusu zevklerine gelince adeta entrikalar çeviren pembe dizi başkahramanına dönüşüyordu. Anlattıkları oldukça mantıklıydı. Cebimden telefonu çıkarıp aramalara baktım birde takvime. Verdiği süre dolmuştu ve ben ona etkileşim gönderdiğim halde merak edip aramamıştı. Düşünmeye başladım. Bu sırada yaşlı tilki yeniden konuşmaya başladı.
“Eğer oraya gidip bu olanları anlatırsan zaten seni öldürecek. İstersen beni aradığı numarayla karşılaştıralım”
Cebinden telefonunu çıkarıp numarayı bana gösterdi. Gözlerimle gördüğüm numara tamamen bana mesaj gönderen numara ile aynıydı. İyice sinir küplerine binmiş elimdeki boru anahtarını sıkmaya başlamıştım.
“Paul.. Üzerime kaç defa boşaldın?”
“Dostum ben buyum işte.. Niye buralardayım sanıyorsun? Bu yaşımda hala neden vajina peşindeyim? Ben ülkemi bile sattım Spinoza sen onların yanında hiçbir şeysin. Hayatım ve keyifim için herkesi satarım çünkü insanlar böyle yapar.”
“Dürüstlüğünü takdir ettim Paul. Geç de olsa takdir ettim.”
İçimde kopan fırtınaları içime bırakırsam daha kötü olacağımı fark edip elimde sımsıkı tuttuğum boru anahtarını Paul’un dizine sert şekilde salladım. Dizinden gelen ses kısa süreliğine beni tatmin etmişti. Çığlıklar içinde yere düşen Paul bağırmaya başladı. Ancak ona yapacaklarım henüz bitmemişti. Ona bir söz vermemiştim sadece hayatını bağışlayabileceğini söyledim hem söz versem bile içimdeki fırtınalar çoktan birkaç kuralı yıkıp geçmişti. İhanetinin bedelini ona kırmızı renkli bir ağır tip boru anahtarı ile kemiklerini kırarak ödetecektim.  Yerde acı içinde kıvranırken anahtarı alıp bu kez diğer dizine sert bir darbe vurdum ardından ilk vurduğum sağ dizine sonra sola bir daha eli ile çığlıklar içinde bana engel olmaya çalışıyordu fakat ihtiyarın o kadar gücü kalmamıştı. Anahtar ile önce eline ardından sağ omzuna vurdum.  Sonra sol omzuna. Tüm eklemlerine vurmaya başladım. İhtiyarın elinden gelen sadece bağırmaktı. Yüzümde büyük bir hırs ve öfke vardır. Bu sadece Paul’a duyduğum öfke değildi. Tüm Lagos’u bu öfkem ile cayır cayır yakabilirdim ve yakmayı planlıyordum . Acıdan yerde kıvranan Paul sürekli küfür ediyordu. Ona bağırdım.
“Amına koyayım Paul! Hepinizin! Özellikle de senin!”
Elim titriyordu ilk kez bu kadar sinirlendiğimi ve yoldan çıktığımı fark ettim ancak o an dönen gözüm hiçbir şeyi görmüyordu. Anahtarı aldım ve Paul’un yüzüne vurmaya başladım. Önce suratı dağılacaktı. Dudakları patlayacak eti çizilecek çenesi incinecek ve burnu kırılacaktı. Fakat üst üstü yüzüne boru anahtarı ile vurmaya başladım. Çenesi kırılana kadar. Yüzünden etleri ayrılana,kafatası kırılıp beynini görene kadar ihtiyarın yüzüne vurdum.. Kalın kafalı inatçı keçi.. Sağlam kafasına rağmen İngiliz yapımı bir çeliğe dayanamadı ve kanlar içindeki yüzü ile faaliyet dışı kaldı. Paul.. Bu topraklarda güvenebileceğim tek arkadaşımı ihaneti karşılığında öfkemin bana verdiği yetkiye dayanarak yüzünü parçalayarak son yolculuğuna uğurlamıştım.
Elimdeki boru anahtarını Paul’un bedeninin üzerine atıp çalışma yerindeki musluktan üzerime sıçrayan kanları temizledim. İhtiyara vurduğum darbelerin ardından Abuja’da geçirdiğim aşırı sert ortamın etkisiyle bitkin düştüğümü fark etsem de öfkemin bitmediğini anladım. Hiç mantıklı davranmıyordum , bunun etkisiyle araba atlayıp Wrangler’ı Ahad’ın villasına götürüyordum. Aslında paramı neredeyse almıştım ancak listede dört adam vardı. Dördüncü adama gelmeden üçüncü adamda takılı kalmıştım ancak bunların hiçbiri önemli değildi. Önemli olan tek şey onun da aynı Ahad gibi canını almaktı.
Lagos bu zamanlarda diğer zamanlara göre daha çalkantılı vakitler geçiriyordu. İç savaş gün geçtikçe körükleniyor Boko Haram başkente baskısını arttırıyordu. Özellikle bölgedeki tüm silah kolonileri benim sayemde Ahad’ın eline geçmişken Boko Haram’a karşı duran etnik kökenler iyice silahsız kalmıştı. Tüm anayolların neredeyse kapalı olması arabamı sanayi bölgesine yakın çarpık evli sitelerin olduğu patika yoldan geçirmeme sebep olmuştu. Yolun sonunda Kamran’nın evinin önünden geçecektim ve belki de mutsuz domatese merhaba diyebilirim diye düşündüm ama sonra bu sinir ile Kamran’nın da hakkından gelebilirdim.          Bunca karışıklığın ardından bir çocuğu babasız bırakmak da işleri daha çok karıştırabilirdi.
Toprak yola girdiğimde tüm siteyi büyük bir duman bulutu kaplamıştı. Siyah ve duman ve sis tüm siteyi kaplamıştı. Farlarımı yakıp toprak yol üzerinden devam ettim. Ancak bir sıkıntı vardı. Arabam toprak yola her zaman duyarlıdır fakat öyle bir engebeden geçiyordum ki neredeyse durma vaziyetine gelmiştim. Sanki toprak yolda küçük küçük tepeleri aşıyormuş gibiydim. Arabayı durdurup aşağıya indim her ne kadar bu kadar sorunlu bir zamanda durmak mantıklı olmasa da merakım beni yiyip bitiriyordu. Önce etrafıma bakındım ve duman kokusunu içime çektim. Bu sadece duman kokusu değil kan ve ceset kokusu da vardı. Toprak yola baktığımda ise yollardaki cesetleri görmüştüm.. Cesetler tüm patika boyunca dizilmişti.. Belki ağır yaralılar da vardı bu toprak yolda ve ben üzerlerinden geçerek onları öldürmüştüm. Ben bile bu kadar cani olamazdım. Yürümeye başladım yol boyu fakat bu insanların hepsi ölüydü bir tane yaşayan yada kıvranan yoktu sanki bir ölüm kampında geziyordum. Az sonra önüme çıkan bir evin duvarında yazan yazıyı okuyordum
‘Siz Kabul Edene Kadar Boko Haram Öldürecek’
Biz kim? Yada onlar kim? Yada siz kimsiniz? Tanımadığınız insanların üzerinden bu denli geçip katliam yapmak.. Biz yada siz.. Arabama koşarak geri döndüm ve ikinci kez kontağı çalıştırdığımda tüm gazı kökleyerek cesetlerin üzerinden geçtim. Amacım en baştaki eve varmaktı Leeto’yu cesetler arasında görmemeyi umuyordum . Sarsıntılı bir yolun ardından en baştaki Kamran’ın evinin önünde durdum burada cesetler daha azdı ama evin önünde öyle bir beden yatıyordu ki tüm cesetlere bedeldi.
Koşarak , yerde yatan arkası dönük bedeni kendime doğru çevirdim. Gözleri açık kalmış bir çocuk simsiyah vücudu kırmızıya boyanmıştı. Bu Leeto’ydu. Onu gözlerinden tanımıştım açık olan gözlerinden. Hala parlıyordu sanki bana bakıyordu mutsuz domates. İlk defa biri ölürken nasıl hissedeceğini düşündüm ilk defa Leeto’nun o ölmeden önceki yüzündeki ifadeyi hayal ettim. İlk defa kalbimin olduğunu hissettim. Vicdanım mı sızlıyordu yoksa başka bir şey miydi? Ama bu imkânsız! Ben de insanların hayatına son veriyordum ve bunu para karşılığı yapacak kadar aşağılık adamın tekiydim. Ancak bir çocuk.. Bana umutlu gözler ile bakan ve tüm saflığını zekâsıyla bir gülümsemede toplamayı başarabilen bir sanatçıdan da öte bir varlık.. Tek suçu siyahlar ülkesinde hiçbir şansı olmayan bir çocuk olmaktı.. Ah çocuğum.. Küçük bedeni öyle ağır gelmişti ki kucağıma sanki yüreğime oturmuştu. Leeto gülerken 20 kilo civarında bir çocuktu ölürken ise sayılara vurulamayacak kadar ağır ve sonsuzdu. Dudaklarım titriyordu gözlerimde küçük bir yanma hayır kesinlikle dumandan! Evet duman bunun sebebiydi bundan kurtulmak için tek yaptığım yüzümü Leeto’nun kanlı bedenine dayamak oldu. Tüm dünyadan saklanıyordum. Ağlamak için küçücük bir çocuğun bedenine gömmüştüm vücudumu kalbimi yıllar sonra ilk kez bugün hissediyordum. Meğerse kalbinizi hissetmeniz için ona acı çektirmeniz gerekiyormuş. Canım acıyor işte Leeto! Canım çok yanıyor! Seni de alıp yeraltıma gitmek isterdim. Ah çocuk keşke götürebilseydim! Bu korkakların dünyasında ben yaşıyorken senin gibi cesur çocukları öldürüyorlar neden diye sorabilirsin buna hakkın var ama sana cevap verecek bir yüzüm yok! Tek bir yüzüm var şuan bedenine yaslanıp ağladığım bir yüzüm başka yok Leeto inan bana sana gösterebileceğim başka yüzüm yok!
Leeto’nun gözlerini avuçlarım ile kapatıp evine geçirdim. Bu sırada yerde bir kız çocuğu daha yatıyordu. Leeto’yu bir yatağa yatırıp üzerini kirli çarşaflardan biriyle örttüm. En son çocukken annemin bana yaptığı son şeydi bu. Bu sırada bir ses duydum. Evin en karanlık köşesinde yatan bir adamdan sesler geliyordu. Ona doğru ilerledim. Bu Kamran’dan başkası değildi. Kızını başka adamlara satan Kamran ailesinin biraz gerisinde sürünüyordu. Yanına yaklaştım. Ikınarak benim konuştu
“Öldür beni. Canım yanıyor.. Lütfen.. Öldür beni.”
Ona acıklı gözler ile baktım. Karşımda bir babadan çok yaratık vardı. Ailesinin hayatını mahveden küçücük bir yaratık ve kendisine teknik olarak ‘Baba’ deniliyordu. Böyle babam olsaydı onu uykusunda öldürürdüm.
“Hayır Kamran. Böyle ölmek senin kaderin. İnsanlara hak ettiklerini vermezsek düzen nasıl işler değil mi?”
“Peki ya.. Ailem?”
“Huzur içinde.. Kamran”
Kamran’ı kendi kaderi ile baş başa bırakıp hızlı adımlarla arabama doğru yürüdüm bu sırada eli silahlı üç adamın arabamın etrafında dolaştığını gördüm. İşte tüm öfkemi boşaltabileceğim adamlar karşımda duruyordu ancak elimi belime götürdüğümde silahımın olmadığını fark ettim. Bu bana engel olmamıştı sisi kullanarak koşmaya başladım ve ön kaputun orada anlamadığım dilde konuşan eli silahlı adamın arkasından boğazına yapıştım. Bir anda ani tepki veren adamın elindeki otomatik tüfekle rastgele ateş etmesi diğerlerini de harekete geçirdi. Diğer iki Boko Haram’lı elindeki tüfekler ile rastgele üzerime ateş ettiler fakat tüm kurşunlar arkasında olduğum adama isabet etti onu bir kalkan gibi kullanmıştım. Silahını alıp bana ateş eden adamlara sıkmaya başladım. Birini kolundan vursam da diğerini delik deşik etmiştim. Üzerimdeki adamın belinden bıçağını alıp elinden vurduğum adamın peşine düştüm. Arkasına bakmadan koşan Boko Haram’lının üzerine atlayıp bıçağı ense köküne yerleştirdim. Derin derin nefes alarak ayağa kalktım. Hala öfkem dinmemişti hala tüm Nijerya’yı ateşe vermek istiyordum. Arabama atladım ve Ahad’ın villasının yolunu tuttum.
A5 karayolunun üzerinde giderken tüm yol düşündüm.. Düşündüm ve düşündüm. Öfkeliydim Johari’nin haklılığına, benim haksızlığıma, Paul’a, Boko Haram’a, Ahad’a, Lagos’a Afrika’ya ve tüm insanlara.. Öfkem haklıydı ben ise baştan sona haksızdım.. Ama ben bir kiralık katildim ve burası acımasız bir dünyaydı. Bu dünyada tek ölen çocuk Leeto değildi. Tek güzel kadın Johari değildi ve tek ispiyoncu Paul değildi. Şu an bile dünyanın herhangi bir yerinde çocukların gülümsemesi ile yarattığı aydınlık söndürülüyor tüm hayaller kana bulanıyordu. Olurdu böyle şeyler..  Ama o .. Aklımdan çıkmayan gözler. Johari’nin sözleri ve suçluluk payım. Bu sırada gittikçe hızlanıyordum. Karayolunda Wranglerımla belkide ilk kez bu kadar hıza çıkmıştım. İbre gittikçe yükseliyor ben gittikçe vicdanımın sesine yenik düşüyordum. En sonunda vicdanımla ve düşüncelerim ile büyük bir tartışmada boğulmaya başladım ve arabanın içinde attığım büyük bir çığlık ile frene bastım..


Dur  Spinoza..! Ne yapıyorsun?