29 Temmuz 2015 Çarşamba

-Bölüm 3- Siyahlar Ülkesindeki Kadın

Düşünüyorum. Bir insanın yapması gerektiği gibi. İnsan düşünen bir cesettir ve ben o cesetlerden en fazla düşünenlerindendim. Düşünmek arada oldukça zararlı bir eyleme dönüşüyordu eylem belki yanlış bir kelime fakat insanların nefeslerine son vermek ile düşünmek benim için neredeyse aynı yorgunlukta bir eylemdi. Zaten yapacağınız eylemin yarısı düşünmekti ve bu da düşünmeyi eylemin bir parçası haline getiriyordu. Düşünmek insanoğlunun gizliden gizliye kendisini farkında olmadan yaşlandırıp öldürmesidir. İnsan hayatını düşünürken kurar ve insan sadece hayatını kurmaz insan başka kurguları da kurar. Olmayan kurguları. Kıskançlıklarından doğan bir takım kurgular insanları ikna etmeye başlar ve artık kendi kurdukları kurgu gerçekten daha hakikat gelmeye başlar çünkü insanoğlu ilk başta her zaman kendi sesini dinlemeyi başaran bencil ve egoist bir mahlûkattı. Birde kiralık katillerin kurgusu vardı o da başkalarını öldürmeye yönelik düşüncelerin yansımasından başka bir şey değildi. Ben kendimi öldüren kurgular yerine başkalarını öldüren kurguları düşünürdüm ve bu genelde başarıyla sonuçlanırdı bunun en büyük kanıtı ise Paul’a giderken A5 caddesi üzerinde diri diri hala araba sürmemdi..
Paul eski bir dosttan öte bir hayat kurtarıcıydı ona borcumu karısını ve yeni kocasını öldürerek ödemiş, aramızdaki samimiyeti güçlendirmiştim. Paul Lagos’a taşındığında henüz gençti ve o şuanda 50 yaşına dayanmış eski bir BM askeri olarak küçük oto tamircisinde göz boyamak için çalışıyordu.
Arabamı tamircinin önünde durdurdum ve gözlerim ortalığı süzdüm. Kapıda sanıyorsam onun çırağı vardı ve seslendim.
“Hey Paul’u arıyorum”
17 yaşlarındaki sıska çocuk gözlerimin içine bakıp içeriye girdi. Kısa süre sonra yanında kır saçları dağılmış ve aynı renk top sakalları ile hayattan umudunu kesmiş 1.70 boylarında Paul göründü. Önce gözleri ile bana bakarak şaşkın ifadesini gizleyemedi. Ardından gülümseyip yanıma doğru geldi. Ve alaycı bunak konuşması ile söze girdi
“Kaç yıl oldu? 4 ? 5?”
“Sen sayıyor muydun?”
Arabamın kapısını açtı ve bende arabamdan inip onu takip ettim. İçeride küçük bir tabureye oturduk.
“Paul seni çok sıcak görmedim.”
“Sana kızgınım Spinoza “
“Bana herkes kızgın Paul. İhtiyarlamışsın.”
“Sensin ihtiyar. Bu ak saçlar seni yanıltmasın hala domuz gibiyim.” İkimizde gülümsedikten sonra devam ettim.
“Karın nasıl?”
“Keyfi yerinde. Haftada bir çiçek götürüyorum o fahişeye ve mezarını dölümle suluyorum.”
“Seni hiç özlememişim”
“Sevgilin gibi mi duruyorum oradan? Elbette özlemeyeceksin dün akşam iki zencinin kıçından kokain çekerken birbirimizi düşünecek değiliz ya”
Kısa süreli gülüşmelerin ardından ihtiyarın çenesinin açılmak üzere olduğunu ve buna zamanım olmadığını fark ettim. Paul kadın ve kokaini severdi
“Sana işim düştü.”
“Elbette işin düştü yoksa kıçını neden bu sefil yere getiresin ki? Anlat.”
“Asker olduğun zamanlarda Lagos ve Abuja arasında çok kaldın hatırlarsan bu başkent olayları ve iç karışıklıklar. “ Paul cebinden sarılı sigaralardan çıkardı ve bana teklif etti. Yeterince kendi sigaram dışında bir şeyler zıkkımlandığım için geri çevirdim. O kutusundan bir tane çıkarıp dili ile iki tur yaladıktan sonra dudaklarına sıkıştırıp yaktı. Büyük bir nefes çektikten sonra konuşmaya başladı.
“Bak dostum ben artık öyle siyasi işler ile ilgilenmiyorum. Emekli olalı çok oldu ve bana enteresan konuşmalar yapma. Sadece kim olduğunu söyle.”
“Safir. Sadece adı bu.”
“Müşterinin adını sormadım sana kurbanın adını sordum.”
Tekrarladım
“Safir.”
Sigarasından bir duman daha alıp bıyık altı gülümsedi.
“Kurbanlarını artık araştırmadan mı kabul ediyorsun?”
“Çok para vardı Paul. Bunu tartışmayacağım yardım edecek misin?”
“Sana İsa bile yardım edemez eski dostum. O adam bir ordunun içinde korunuyor ve sokak serserileri tarafından değil. Hepsi devletin de seve seve bağışladığı korumalar ve paralı askerler. Ne yaptığının farkında değilsin.”
“Senden öğüt istemedim. Senden yardım istedim.”
“Ne istiyorsun Spinoza? Karımın mezarından sonra senin mezarını da mı dölleyeyim?”
Hiddetli bir şekilde ayağa kalktım buna gerçekten zamanım yoktu ve Paul’un gözlerindeki korku beni onun bana yardım etmeyeceğine ikna etmişti. O konuşurken arkamı döndüm.
“Seninle yeniden görüşmek güzeldi eski dostum”
“Bekle Abuja’ya mı gideceksin? Seni orospu çocuğu ölmek mi istiyorsun? Boko Haram yolları kapamış nereye gidiyorsun?”
Paul arkamdan koşturup önüme geçti.
“Başkente gidemezsin bildiğim tek şey o.”
“O zaman bana yardımcı ol yada ayağımın altından çekil.”
“Hiç vazgeçmeyeceksin değil mi şu inadından? Bekle burada.”
Paul’a yaptığım blöf işe yaramıştı hoş yine de böyle bir hamle ondan beklemiyordum. Birkaç telefon görüşmesi yapıp yanıma döndü.
“A1 yolu üzerinden Ibadan’a geçtiğin yol var. Hemen çevirmeye varmadan toprak yol göreceksin 1 saatlik rahatsız edici yolculuğun ardından seni Abuja’ya doğru götürecek asfalt yola çıkarsın. Ancak araba ile 1 gününü alır. “
“Bu kadar mı?”
“Sakso mu istiyorsun? Daha ne?”
“Safir’e nasıl yaklaşırım? Bu adam neyden hoşlanır dışarıya çıkmaz mı?”
“Son zamanlarda bir sevgilisi varmış evden ayrılmıyormuş bu yüzden tüm hizmeti dışarıdan sağlıyorlar yani dışarıya çıkmak yerine eve her şey geliyor. Büyük müşterilerden tut en küçük yemeğine kadar. Boko haram yakın zamanda saldırı düzenledi ancak pek etkili olamadı bu yüzden herkes Safir’den uzak duruyor. Bence sende uzak dur.”
“O zaman bizde ayağına gideriz. Beni onunla tanıştır Paul eski bağlantılarını kullan. Huzuruna çıkmam yeterli. Sadece ikna et yarın bu saatlere. Uyku umurumda değil.
“Bunu yapmaktan emin misin?”
“Senin neyin var Paul? Ben kiralık katilim ve senden ardım istiyorum sen ise karşımda kalkmış kız çocukları gibi neredeyse ağlayıp gitme diye boynuma sarılacaksın.”
“Aşağılık herif sen kaşındın.” Tekrar odaya geçti. Bu kez yarım saat kadar odada kalıp tekrar yanıma geldi.
“Villanın adresi var mı?”
“Elbette”
“Seni Hassan Mabad’ın gönderdiğini söyle ve silah geçirme. Yatırım yapmak isteyen yeni bir kaçakçısın adın Henrique Vasquez. İsrail malı uzileri geliştirdiğini ve savaşlarda hafif makinalılar ile daha fazla sonuç ve kıvraklık sağlayacağını anlatacaksın.”
Seni görmek güzeldi eski dostum.” Kapıya doğru yürürken bana eşlik etmediğini fark ettim. Ve bir anda yüksek sesi ile irkildim.
“Spinoza!” diye seslendi. Arkama baktım. Mahcup gözler ile bana bakıyordu sanki benim için korkuyor gibiydi ama tek istediği muhabbetti o yüzden fazla dikkate almadım. Zaten o da konuşmadı çok.
Arabama bindim ve yola tekrar koyuldum.

Başkent Abuja saat 14:06
Abuja denizden uzak olduğu için nemli değildi fakat çoraklığı ve kavurucu sıcağı uykusuzluğum ile birleşince beni öldürme safhasına getirmişti. Zar zor bir yerde durup yaklaşık 3 litre su ile kendime gelmeye çalıştım. Yüzüme dökülen sular etraftaki insanları kıskandırır şekilde bana bakmalarını sağlıyordu. Hangi bölgede olduğumu bilmiyor sadece haritaya göre yolumu şekillendiriyordum. Artık harita bilgisine göre 20 dakikalık yolun ardından şehrin kuzeyinde kalan ve kalabalıktan arınmış bir bölgede villası olan Safir’in evine varacaktım. Saçlarımı düzeltip arabaya atladım. 20 dakikalık yolun sonuna geldiğimde villaya varmadan 50 metre önünde çevirme vardı. Arabayı sağa çektim. Bir kişi beni üç kişi de arabamı aradıktan sonra sorgu kısmına geçtik.
“Kimsin sen?”
“Henrique Vasquez. Hassan Mabad’ın aracılığı ile geldim.”
“Bekle burada.”
Beni sorgulayan adam telsiz ile konuştuktan 5 dakika sonra yanıma geldi.
“Bundan sonrası araban burada kalıyor sana iki kişi eşlik edecek.”
Sesimi çıkarmadan toprak patikada yürümeye başladım. Yanımdaki iki adam ordudandı. Üzerlerinde resmi askeri kıyafetler bulunuyordu ve benimle hiç konuşma niyetleri de yoktu. Sonunda villanın kapısına geldiğimizde karşılaştığım manzara dehşet vericiydi.  Sanki villa kapısının diğer tarafında başka bir ülke korunuyor gibi adeta askeri bir üsmüşçesine savunuluyordu. Paul’a hak vermiştim ama elimden bir şey gelmezdi ve doğaçlama oynamak zorundaydım. Kapıda 5 dakika bekletilip tekrar arandıktan sonra bu sefer yanımdaki iki kişi değişti ve içeriye girdim. Villa’nın dev bahçesinin birçok yerinde paralı askerler ve gönüllü çalışanlar vardı. Paul başka bir konuda daha haklıydı, gelen işi kabul etmeden kurbanları araştırmalıydım ki böyle birini öldürmek için servet istemem gerekiyor. Ancak sözler verildi ve benim bu herifi öldürmem gerekiyordu.
Villa’nın kapısında yine aranıp sorguya çekildikten sonra devasa evin içine girdim. Yine yanımdaki iki adam değişmiş beni misafir odasına almışlardı. Büyük kitap raflarının olduğu deri koltuklar ve altın işlemeli lüks tasarımlar dikkat çekiyordu. Odanın ortasında bulunan büyük bir avize gözleri kamaştırmaya yetiyordu. Ben etrafı incelerken odadan çıkışları da kontrol etmeyi ihmal etmedim. 6 adet cam vardı ancak şebekeler olduğundan oralardan çıkmanın pek imkânı yok gibiydi. Rafların arkasında eğer özel bir kapı yoksa bu odadan tek çıkış az önce girdiğim kapıydı. Tek ihtimaller beni oldukça rahatsız ederdi özellikle yaklaşık beş yüz zencinin olduğu bir villanın içindeyken.
Güzel giyimli bir adam yanıma geldi ve oldukça kibar şekilde benimle konuştu.
“Bay Vasquez hoş geldiniz. Buyurun istediğiniz yere oturun Bay Safir sizi 5 dakika bekleteceğini söyledi. Lütfen kusura bakmayın bu sırada size soğuk bir meşrubat ikram edelim. Dışarısı oldukça sıcak.”
Normalde kurallarım gereği kurbanlarımın evinde içecek tüketmezdim ancak şüphe uyandırmamak ve nezaketimi göstermek adına kabul ettim.
Kısa sürede meşrubatım geldi. Bardağımı alıp soğuk meşrubat ile boğazımı serinletirken odada sekiz adet zenci saymıştım. Safir’in gelişi ile bu sayı artacaktı elbette.
İçeceğimi yerine bıraktığımda odaya yine güzel giyimli uzun ince sakalsız hafif burnu büyük bir adam girdi. Saçlarının ortası yok yanları ise beyazlamaya başlamıştı. Onunla birlikte içeriye 4 adam daha girmişti.
“Bay Vasquez, evime hoş geldiniz.” Elini uzattı ve aynı nezaketle elini sıktım.
“Hoş bulduk efendim. Sizinle tanışmak büyük bir şeref.”
“Ne demek. İçecek bir şeyler almış gibi görünüyorsunuz. Başka bir arzunuz var mı?”
“Hayır yeterli.”
“Ben masamdan birkaç dosyaya bakıp geliyorum lütfen keyfinizi bozmayın.”
Gülümsedim. Bu arada aklıma gelen planı kafamda tartıyordum. Uygun zamanı bulup silah gösterme sırasında Safir’i rehin alıp villadan onunla çıkmayı planlıyordum. Benim villadan canlı çıkmam için Safir’in de villadan çıkması şarttı. Onu tenha bir yere götürüp kafasına sıkar fotoğrafını çeker ve bu kurumuş şehirden ayrılırdım. Oldukça basit görünüyordu.
Safir oturduğum koltuğun çaprazına oturdu ve dosyayı incelemeye başladı. Bu sırada benimle konuşmayı da ihmal etmedi.
“Bay Mabad nasıl?”
“Çok iyiler efendim. Selamları var sizlere ben isterseniz konuya gireyim?”
“Konu? Ha şu uziler? Evet bahsetmişlerdi. Elbette dinliyorum sizi. Bu arada misafirimiz var o da sizin gibi bir tüccar bize katılsa sorun olur mu?”
Bu olay beni pek alakadar etmemişti o yüzden sorun da olamayacaktı.
“Tabi ki bana sormanız bile hata.” Safir gülümseyip yanındaki adamlardan birine işaret yaptı. Bu sırada sıcağı hala bünyemden atamadığımı ve uykusuzluğun bünyeme etki gösterdiğini fark ettim.
İçeriye oldukça kilolu ve kalın top sakalı olan kel bir zenci girdi. Üzerinde şık bir takım ile oturdu. Hiç kimseye bir şey demeden ayak ayak üzerine atıp boynunu kaşımaya başladı. En sonunda cebinden bir mendil çıkarıp kilolarının sebep olduğu yoğun teri silmeye başladı. Bu sıcakta insan nasıl bu kadar kilolu kalabilirdi o da ayrı bir cevaplanması gereken soruydu. 
“Sizi dinliyorum devam edin Bay Vasquez”
“Beni? Evet, uziler..” aptallaştığımı hissettim.
“Bu arada tanıştırayım misafirim bu Hassan Mabad”

Bir anda dona kalmış Safir’in gözlerine şaşkınlıkla bakıyordum. Ardından kafamı şişman zenciye çevirdim. Bana bakıp bıyık altı sırıtıyordu. Ama nasıl ve neden? Beni o göndermişti ve ben onu tanımıyordum. Paul,Mabad ,Safir,Ahad ve bu villa kafam iyice karışırken çenemin uyuştuğunu hissettim. Beynimde karıncalar yürüyordur ve göz kapaklarım ağırlaşıyordu. Karıncalar kısa sürede çoğalıp tüm vücuduma erişiyordu. Hayır, bu ne korku nede sıcaktı. Bunun tek sebebi içtiğim lanet olası meşrubattı. Ayak parmak uçlarımın da uyuştuğunu fark ederken kurallarımı çiğnememem gerektiği bir tokat gibi yüzüme çarpmıştı. Kendimi geriye yasladım ve tavandaki avizeye baktım. Avizeden yüzlerce görüyordum belki yüzlerce taş.. Yüzlerce yansıma..

22 Temmuz 2015 Çarşamba

- Bölüm 2 - Bir Cinayet Meselesi (Güncel kısım 3)

Vakit gelmişti Keyara’dan aldığım dandik sigaralardan sonuncusunu küllüğe bastıktan sonra ayak sesleri kulağıma geliyordu. Balkonun kapısını tıklattı ve içeriye girdi. Gözlerimin içine bakmak istiyordu fakat ben oralı değildim korktuğunu biliyordum evet ama birine fazlasıyla umut vermek onu kendinize bağlamanın sadece başlangıç safhasıydı. Ayağa kalkar kalkmaz tüm gün oturmuş olmanın verdiği rahatsızlıktan ötürü vücudumun kasıldığını hissettiğim için birkaç germe hareketi ile bundan kurtuldum. Keyara üstü giyinik şekilde hala bana bakarken ben ona hala yüz vermiyor pantolonumu giyiniyordum. Hala yüzüne bakmadan onunla konuşmaya başladım
“Sakin ol yapman gereken tek şey o camı açıp diğerlerine bilgi vermek.”
“Peki ya sana içeride bir şey olursa?”
“Bir tane de sen bana vurursun olur biter. Hem belki Papp bunun için seni ödüllendirebilir.”
Keyara’nın gözlerine saatler sonra ilk defa bakmış ve beni karşılayan tedirgin bakışlarının kıskacına yakalanmıştım. Aklına hiç gelemeyen bir soru vardı ‘Bu adam kimdi? Filozof gibi konuşuyor fakat burası Lagos ve burada filozofları öldürürler. Spinoza’nın vücudu antrenmanlı bir macara karşı koyabilecek miydi?’
İçimden yüzünü iki elimin arasına alıp şu sözleri söylemeyi diledim‘Korkma Keyara, benim minik siyah kuşum sakın korkma. Bu dünyada beni öldürebilecek tek kişi yine benim! Ve unutma dövüşler kol gücüyle değil zekâyla kazanılır aynı bu hayattaki diğer kavgalar gibi. Zekâ ve biraz şans ha özgüveni soruyorsan onu ben ilk kurbanımı öldürdükten sonra aldığım ilk oksijenlerde buldum. Artık kanımda!’
Ancak bu sözleri söyleyecek genç bir kıza umut verecek kadar cesur olmadığım için kendi kendime söyleyip kendi kendime onayladım. Belki yüzündeki bakışlar tedirginlikten büyük bir özgüvene geçiş yapacaktı ancak Keyara’nın bakışlarına ihtiyacım yoktu.
Kendisine verdiğim para dolu zarfı çantasına koyup kapıya doğru yöneldi son kez arkasına baktı
“Dikkat et” dedi. Ses tonu küçük yaşlarda beni dışarıya gönderirken bile gözlerimin içine bakarak tüm içtenliği ile ‘Dikkat et’ diyen annemi hatırlatmıştı. Yıllardır bu sesi hiç duymamıştım. Kafamı iki kez onaylar şekilde salladım ve Keyara’nın kapıdan çıkışını izlerken artık hazırlanmam gerektiğini fark ettim.
Son olarak ayakkabılarımı bağladıktan sonra yüzümü yıkayıp havlu ile tüm ıslaklığını alarak balkona çıktım. Balkon korkuluğundan sarkıp aşağıdaki taş sütuna bastım. Tüm vücudum duvara yapışmış adım adım otelin duvarında bir örümcek misali yürüyordum. Bu sırada her cephede bulunan mekânın kendi korumalarına da görünmek istemiyordum. İki adamla baş edebilirdim fakat bunlar ve Papp’ın adamları beni parça parça yaparlardı. Bu yüzden olabildiği kadar işimi sessiz halletmeliydim. Dış cephesi solmuş duvarda hızlı fakat minik adımlar ile ilerlemeye çalışırken birden ayağımın boşluğa düştüğünü hissettim ve bununla birlikte dengem kaybolarak saçma sapan kol hareketleri yaparak dengemi sağlamaya çalıştım. En sonunda dengemi sağlayıp yürümeye devam ettim.  Aşağıda bekleyen adamların kafalarını görmek bende onların kafalarına tükürme isteği uyandırmıştı. Devam ettim.. Bir adım daha, bir adım ve bir tane daha.. Kuzey cephesine geçerken sütun devam etti. Kuzey cephesinde 6 cam vardı ve bu cepheye sadece 6 oda düştüğünü gösteriyordu. Camlarında demir olan odanın tam altına dayandım. Artık Papp ile aramızda sadece birkaç demir parçası ve dayanıksız bir cam duruyordu.  Pantolonumun arkasına sıkıştırdığım bıçağı elimle yokladım hala oradaydı.
Yaklaşık 10 dakikanın arından pencereye birilerinin dokunduğunu duydum. Demirdeki kilitle oynayan büyük ihtimalle Keyara’ydı. Bunun işaret olduğunu düşünmedim çünkü bu bir his de olabilirdi. 30 saniye bekledikten sonra Keyara’nın ‘Hadi başlayalım’ demesi kulaklarımı çınlattı. Sonunda işareti almış beklediğim zaman gelmişti. Hızlı bir şekilden camdan içeriye atladım burada doğaçlama takılmam gerekiyordu Papp her yerde olabilirdi ve ben damdan düşer gibi içeriye dalmıştım. Elimi arkamdaki bıçağa atmadan Papp’dan beklemediğim bir şekilde döner tekme yedim. Uzun zamandır kendi rengime yakın birinde tekme yememiştim bu yüzden eğer tanrıya inansaydım ona şükrederdim. ‘Şükürler olsun sana İSA! Siyahlarla dolu bir cehennemde beyaz birinin tekmesini göğsümde hissettirdiğin için!’ Tekmeyi yer yemez kendimi duvarda hissettim. Göğsüme yediğim tekme biraz zaman sonra canımı yakacaktı ama şimdilik sadece göğsümde bir yanma ve nefesimde kesiklik hissediyordum. Papp durmadı ve üzerime doğru gelmeye devam etti. Sağlam bir yumruk ile işimi bitirmeyi düşünüyordu salladığı üst üste gelen iki yumruk duvara toslamıştı. Kafamı eğip arkasına çabuk bir hareketle geçip kıç ve belini bağlayan bölgeye dirseğimle sert bir darbe vurdum bu kez duvara yapışan yüzüstü şekilde Papp olmuştu.  Gözüm bir anda kızlara en çokta Keyara’ya kaymış korkulu gözlerini görmüştüm o an korku dolu bakışları bir iki saniyeliğine de olsa beni ortamdan koparmaya yetmişti.  2 saniyelik uykumdan beni Papp’dan gelen kroşeler uyandırmıştı. Sağdan ve soldan yediğim iki kroşenin altından karnıma iki yumruk aldım. En sonunda karın boşluğuma aldığım bir tekme ile yatağın öbür tarafına kısa mesafeli bir uçuş gerçekleştirmiştim. ‘Dikkat!’ bir anlık dikkat kayması benim ölümümü hazırlayacaktı. Ayağa kalkmaya çalışırken Papp’ın sarışın keçi sakalının üzerinden güldüğünü gördüm. Belki yüzündeki bu iğrenç ifadesi olmasa ona yakışıklı da diyebilirdim ancak sapsarı olması midemi bulandırıyordu. Tam ayağa kalkarken suratıma tekme vuracakken kafamı hızlı bir şekilde atış pozisyonundan alıp kendimi geriye ittim. Papp biraz savrulurken ayağa kalktım bu sefer soldan karaciğerime doğru sert bir tekme aldım tekmeye karşılık olarak bir kroşe versem de dirseği ile bir boksör edası ile savunmayı başarmıştı bu adam gerçekten iyiydi. Geriye attım yine kendimi komidinin üzerindeki ankesörlü telefona uzanıp kablosu ile yerinden söktüm. Papp’dan gelen bir yumruğu bu sefer kablonun arasına sarmaya çalıştım. İlk etapta kolu kabloya sıkışsa da kendisini geri itip sağımdan sert bir tekme daha denedi ve ben yine o tekmeyi yedim. Bu kez o sert tekmesini ona geri vermemekte kararlıydım. Tekmesini ciğerlerimde kolumla birlikte sıkıştırdım ve ayağından bedenini kendime kendime çekip diz kapağına direğim ile oldukça sert bir vuruş yaptım. Papp’ın gülümseyen yüzü acıyla şaşkınlık karışımı bir duygusal hale bürünmüştü.
Durmaya niyetim yoktu dirseğim ile bu kez suratına sert bir darbe vurdum o iğrenç suratını dirseğim ile kutsamıştım.  Ayakta zor duran Papp’ı hemen öldürme gibi bir niyetim yoktu. Aslında avantajsız ve amatör durumda olan bendim Papp istese bir seslenişte içeriye hemen kapısında bekleyen iki adamı yığabilirdi ama o egosu yüzünden beni yenebileceğini sandı ve bunu az kalsın başarıyordu. Sallanan bedeninden sol kolunu havaya kaldırdım ve tüm gücümle koltuklaltına dirseğim ile sert bir darbe vurdum. Artık omuzu yerinden çıkmıştı. Aynı işlemi sağ koluna da gerçekleştirdiğim de Papp ıkınmaya başladı ve artık benimdi. Kollarının acısından kendini yatağa atan Papp çığlık atmak istiyordu fakat sanki göğsüne acıdan bir şeyler doluyordu ve istese de sesini çıkaramıyordu. Beyaz iğrenç suratı kırmızıya boyanmıştı. Pantolonumun arkasına yerleştirdiğim bıçağı aldım Papp’ın sarı saçlarını kavrayarak kafasını sabitledim ve bıçağı alt çenesinden sapına kadar sokmayı başardı. Gözleri kıpkırmızı olan Papp’ın tüm vücudu kısa süreliğine titredi ve kısa bir zaman sonra kendisini yatakta can çekişirken buldu. Kafasından sıçrayan kan kollarıma ve boynuma bulaşmıştı. Hemen yatak örtüsünün altındaki çarşaf ile üzerimi silmeye başladım. Bu arada kızların üçüde bu kapışmayı köşede soluksuz bir şekilde izliyorlardı. Onları bakıp başparmağımı dudaklarıma götürerek susmalarını işaret ettim.
Üzerimi temizledikten sonra Keyara’nın yanına gittim. Şaşkın ve korkmuş bakışlar ile bana bakıyordu ve bu normaldi. Az önce bir insanın canına kıymıştım. Cebimden telefonu çıkarıp Papp’ın fotoğrafını çekip Ahad’a gönderdim. Vereceği cevap belliydi ancak benimde işim buydu.
Keyara’nın yanındaki iki kızın yanına gittim ‘kusura bakmayın kızlar’ dedikten sonra ikisine sağlam birer yumruk vurdum. Tabi çığlık attılar ama kapıdakiler kızların bu çığlığını Papp’ın fantezilerinden biri olduğunu düşünecekti. Keyara’nın yanına gittim artık onunla son konuşmamı yapmam gerekiyordu.
“Aşağıda bir adam var. Onu halledeceğim beş on dakika sonra çığlığı bas onları dövdüğümü seni korkuttuğumu söyle. Ardından nairaları al ve sana söylediğim yere git.”
“Bekle” dedi.
“Seni bir daha göremeyeceğim değil mi?”
“Buna vaktimiz yok Keyara”
“Lütfen cevap ver.”
“Hayır yok. Beni bir daha görmemek hayatını devam ettirmen için bir şans.”
“İsmini söylemedin hiç. Bana bu kadar iyilik yapan birinin ismini bilmek istiyorum.”
“İsmimi bilirsen seni öldürürler Keyara”
Keyara gözlerimin içine baktı. Mutsuzdu ama bir yandan onu kurtardığım için mutlu olması gerektiğini de biliyordu. Hangi sebepten ötürü olduğunu bilmesem de durduğum yerden hareket etmemiştim sanki bende bir şeyler bekliyordum. Keyara masum bakışları ile bana yaklaşıp elini önce yanağımda ardından da dudağımda gezdirdi ve ben hala kıpırdayamıyordum.
Hayatımda ilk defa 23 yaşında bir kızla öpüşüyordum. Dudakları dudaklarımı adeta ödüllendiriyor gibiydi. Lagos’un kuru atmosferi Keyara’nın dudaklarının ıslaklığından hiçbir şey kaybettirmemiş gibiydi.  O an dudaklarımın Keyara’nın dudaklarını bırakmasını istemiyordum. Sanki çölün ortasında meltemli bir serap görüyordum ve bunun serap olduğunun farkında olup zevk almaya çalışıyordum. Ama bu kadarı fazlaydı daha fazlası devam edemezdi. Soğukkanlı olmam gerektiğini hatırladım ve dudaklarını bıraktım. Ancak bu kez gözleri vardı. O gözlere bir daha bakamayacağımdan emindim ve son kez bu zevk de yaşamak istedim.
“Buradan git Keyara. Hoşça kal.”
“Güle güle bayım”
Bu ondan duyduğum son sözlerdi. Cama çıkıp kısa zamanda benimle özdeşen sütuna ayaklarımı koydum ve yavaş yavaş aşağıya inmeye başladım. Pencerelere ve sütunlara tutunarak aşağıya inerken kuzey cephesini kollayan adamın üzerine zıplayım yere düşürdüm ardından dirseğimle ense köküne sert bir darbe ile hakkından geldim.
Ayağa kalkıp bahçeden mekânın patikasına çıktım oradan da arabayı park ettiğim yere gidip kontağı çalıştırdım. Hemen otel denilen pislik yuvasından ayrıldım. Arabayı caddeye çıkarır çıkarmaz Ahad’dan bir mesaj daha geldi;
‘İyi iş’
En azından bu kez bir şeyler yazmaya zahmet etmişti. İlk ışıktan sola sapıp yol boyu arabamı sürerken bir kahve evinin önünde durdum. Bir karton bardakta kahve alıp yoluma devam ettim. Torpido gözünden Kamran’ın verdiği dosyadaki üçüncü isme göz gezdirirken bir yandan arabayı kullanmaya çalışıyordum.
Üçüncü şanslı kişi ‘Safir’ adında oldukça zengin bir tüccardı. Şimdiki başkent Abuja’da hükümet destekli güzel bir villada keyif sürmekle meşguldü. Ahad, Safir’i ekarte ederek Abuja’yı da kendi ablukası altına alma niyetine girişmiş gibi duruyordu ve elbette bu beni ilgilendirmezdi. Ama hala vaktim varken bitirmem gereken bir işin daha olduğunu anlayıp arabamı kavşaktan sola kırarak barların bulunduğu arka sokaklara doğru arabamı sürdüm. Keyara’nın anısı gözümün önünde tazeydi ve kasığındaki izlerden bir türlü kurtulamıyordum. Kasığındaki izlerde bana ‘dikkat et’ derkenki o bakışları beliriyordu sanki bu yüzden gözlerinden kurtulmak için başka birinden kurtulmam gerekiyordu. İlk defa birine karşılığında maddi bir şey almadan zarar vermek istiyordum.
‘Dom Karhicka’
Hayatı değersiz ve hiçbir ücret karşılığı olmadan öldürmek istediğim yeni kurbanımdı.  Dom benim bu stresli işimin arasında rahatlama seansım gibi bir şey olacaktı. Dom’u öldürmek bana zevk verir miydi bilmiyordum fakat Papp’ı öldürmek için duygularını kullandığım kızın hayalinden kurtulmam için kesinlikle ona gitmem gerekiyordu. Dom acaba ne kadara öldürülmek isterdi? Peki ya siz? Bir insanın hayat kaç papel ederdi? Yada kaç naira? Yada insan hayatı parayla ölçüşecek kadar değer miydi? Aslında bunun cevabı basit; ‘Evet değer!’ İnsan paraya insanlardan daha çok değer verdiği gün kiralık katil denen yeni bir sektör doğdu.  ‘Eğer bana sorarsanız sen ne kadara öldürülmek isterdin?’ diye. Evet, insanları para karşılığı öldüren bir adamın fiyatı ne olabilirdi? Cevap veriyorum bir karton sigara.. Üzerine kustuğum zencinin karşılığında aldığım bir karton sigara.. Belki o bile değildir bir karton sigara bile değerim değildir ancak buna cesaret ettiğim için ödüllendirilmem gerekiyordu çünkü bana göre insan cesaret ettiğinde her ne olursa olsun az da olsa ödülünü almalıydı. Ve benim değerim sınırdan az paralara geçirilen bir karton kaçak sigaradan ibaretti. Hayatımı genç yaşta bir sigara gibi tüketirken kiminin hayatlarını aynı şekilde küllüğe bastım. Kiminin ise orgazm sonrası sigaralardan birini dudağına koyarak ona bu zevki yaşattım. Çok param vardı. Zencilerin kıtasında milyonlarca zenciden daha fazla param vardı ama o kadar.  Bazı kurallarımı yaşam amacı olarak belirlemiştim sırf bu sıkıcı hayata tutunabilmek için. Bazen düşüncelerimin içinde boğulurken neden sorusunu genelde kendime sorardım ‘neden yaşıyorsun sen?’ Sıkıntıdan. Hak verin bana can sıkıntısı ve biraz da tanrıcılık.. İnsan birilerini öldürürken tanrı gibi hissediyor sen bunu yaşamadın çünkü bir karton sigara ve tüm duygularını kusma uğruna birini öldürecek kadar cesur olamadın. Benimde ödülüm buydu işte; kendini tanrı sanma duygusu. Ben tanrıların en küçüğüydüm belki ama bu insan denen varlıktan her zaman bir adım önde olmak diğer tanrıları aklıma dahi getirmiyordu.
İşte bu düşüncelerin ardından ‘MALAKA’ adlı bir barın önünde durdum. Dom gibi pislikler genelde böyle mekanlarda içmeye gelirlerdi ama mekânın birde özel bölümleri vardı muhakkak birilerine kadın pazarlıyordu. Tahta kapıyı aralayıp küçük bir koridoru geçtim ve kendimi bir anda barın dumanlı atmosferinde buldum. Bu mekân pis kokuyor ve oldukça dardı. Sanki biri mekânın ortasına tuvalet inşa dilmiş gibiydi. Yine barmene yaklaştım sanki üzerlerinde ‘Tüm şerefsizleri bize sorun mutlaka biliriz’ gibi bir yazı vardı.
“Dom’u arıyorum tanıyor musun?” diye sordum.
“Duruma göre değişir. Bir yirmilik hafızamı tazeler”
Cebimden 20 naira çıkarıp barmenin önüne attım bu onu öttürmeye yeterdi.
“Arkada kumar oynanılan yerlerde birilerine yalakalık yapıyor.”
Bana eli ile gösterdiği bir perdeyi aralayıp derin bir koridorda yürürken müzik sesi boğuktu ve migrenimi tetiklediği için bir an önce sondaki kapıya varmak istedim. Kapının önünde koridorla aynı renk olan bir zenci vardı. Ne yapıyorsun demeye kalmadan takımlarına sert bir tekme sallayarak onu oyun dışı bırakıp kapıyı açtım sesim oldukça yüksek ve ukalaydı.  Desert Eagle’ın bana verdiği özgüvenin de buna oldukça etkisi vardı. Silahımı üzerlerine doğrulttum.
“Evet beyler kimse yerinden kalkmasın ve kartlarınıza dokunmayın bir tanıdığı alıp çıkacağım”
Odanın içinde altı adam vardı. Dördü kâğıt oynuyor diğer ikisi ise izleyici olarak katılıyordu. Bu arada gözlerim hemen Dom’u aradı ve bulduda. Zencilerden biri konuşmaya başladı.
“Sen ne yaptığını sanıyorsun?”
“Evet, aradığım adam buradaymış”
Dom’un saçlarından tutup oturduğu yerden indirdim. Onunda konuşmaya hakkı vardı ama şaşkındı.
“Ne yapıyorsun? Sen kimsin? Yardım edin?”
“Bakın beyler bu adamın bana çok borcu var ve ödemedi.. Biliyorum sözüne sadık değil ancak ona bir ders vermem gerekiyor bu konu ile sıkıntısı olan var mı?”
Zenciler birbirlerine baktı ve yeniden şaşkın bir şekilde bana baktılar devam ettim;
“Peşimden gelmeyecekseniz eğer bu solucanı alıyorum. Cevap ? Yok mu? Hangi dilde konuşuyorsunuz?”
Başköşede oturan yaşlı zenci konuşmaya başladı
“Kim olduğunuzu bilmiyoruz fakat şuan önemli bir oyunun içindeyiz ne yapıyorsanız çabuk halledin.”
Gülümsedim.
Bu arada solucan konuşmaya başladı. Evet, Dom’a bu lakabı az önce takmıştım.
“Ne? Hayır efendim. Yemin ederim onu tanımıyorum! Tanrılar şahidimdir efendim! Ne olur? “
Dom’u ayağa kaldırıp tuvalete kadar zırvalarını dinlemek zorunda kalıyordum sürekli bana kim olduğumu soruyordu. Zeki bir adam olsaydı müşterilerini tanıyabilirdi ancak fazla para kazanma hırsı onu köreltmişti. Tüm gücümle onu tuvaletin kapısına iterek içeriye fırlattım. Silahımı çekerek herkesin dışarı çıkmasını sağladım. Dom mermerde sürünürken ayağa kalktı ve her normal inansın yapacağı şekilde üzerime saldırdı. Hamlesini o yapmadan suratına sert bir yumruk indirdim. Sürünerek yeniden ayağa kalkmaya çalıştı ensesinden yakalayıp tuvaletlerin kapısından birine önce kafasına vurdum. Ardından klozete kafasını dayadım.
“Bu boku görüyor musun?” diye sordum. İçerisi rezalet kokuyordu.
“Evet, baharatı fazla kaçırmış”
Kafasını klozetin taşına sert şekilde vurdum
“Espiri yapacak durumda değilsin. Bu boka iyi bak çünkü senden daha değerli”
“Bir bok bir insandan nasıl değerli olabilir ki?”
“Tabi ki onu öldürerek”
Dom’un kafasını klozete geçirdim ancak sadece yüzü deliğine sığabiliyordu. Biraz işkence çektirip bundan keyif almaya baktım. Her insan gibi o da ilk etapta nefesini tutmaya çalışıyor ve bu pisliği hissetmemek için özen gösteriyordu. Bilmesi gereken en önemli şey; yaşamayı seven bir insan öleceğini bilse dahi 10 saniye de olsa fazla yaşamak ister bu yüzden nefesi bitince kendini öldürmek yerine ağzını açarak tüm bokun ciğerlerine dolmasına izin verecekti.
Dom 2 dakika 46 saniyelik bir süre nefes tuttuktan sonra çırpınmaya başladı. Vücudu kendiliğinden istemsiz şeklide tepkiler veriyordu. En sonunda teslim oldu ve çırpınmaya başladı. Nefesini bırakır bırakmaz bu kez kendisini bir zencinin akşamüstü yediği aşırı baharatlar ve kalitesiz bir içkinin oluşturduğu çöplüğün tadına bakmak hatta onu zenci bir fahişe gibi içine almak zorundaydı. Çırpınışları arttıkça kafasını deliğe doğru bastırıyordum. Elleri etkisiz kalmış bir hayvan gibi çırpınıyordu. En sonunda çırpınışlar kendisini titremeye bıraktığında artık yolun sonunun geldiğini anlamış Dom’un üzerine sifonu çekmiştim. 10 saniyelik kısa bir sürenin ardından Dom’un değersiz bedeni artık bu dünyada nefes almıyordu.
Dom Karhicka, genç kızları kandırıp hayatlarını bok bataklığına çeviren ve ölüsü dahi beş kuruş etmeyen değersiz bir adam. Bugün kendisinden değerli olan bir parça bok tarafından öldürüldü ve üzerine sifon çekildi. Aslında bu kadar değersizdi insan, en güzel anınızda birisi gelip üzerinize sifonu çekebilirdi. O yüzden onlar sifonu çekmeden siz onları klozetin deliğine atıp üzerine sifonu çekmesini bilmelisiniz. 
Dom’u bir iyilik temsili yada kötüleri cezalandıran bir kahraman gibi öldürmedim tam tersine Dom’u öldürmemin sebebi bir nevi antrenmandı. Kötülük antrenmanı ve şunu unutmayın her kim olursa olsun insanları öldüren birisi asla kahraman olamaz eğer öyle olsaydı en büyük kahraman Lagos’da bir tuvaletten çıkmakta olan Spinoza olurdu. Onu öldürdüm çünkü farklı bir şeylere ihtiyacım vardı. Onu öldürdüm çünkü beni duygusallaştıran bir anının önümden silinmesi gerekiyordu. Onu öldürdüm çünkü daha fazla acımasız olmama ihtiyaç duyuyordum. Onu öldürdüm çünkü ben kana susamış kötü biriyim.
Ellerimi yıkadıktan sonra tuvaletinin kapısını çekip içeriden çıktım. Kısa koridoru geçip hayatı aynı Dom gibi beş para etmeyecek insanların arasından hayalet gibi geçip gittim.

Wrangler’ıma tekrar atlayıp Abuja öncesi eski bir dostu görmeye karar verdim..

Wattpad için tıklayın

15 Temmuz 2015 Çarşamba

- Bölüm 2 - Bir Cinayet Meselesi (Güncel kısım 1)

‘Evet bebeğim devam et .. Tanrım beni rahatlatıyorsun.. evet.. işte orası tam orası hadi ..’
Keyara’nın sanki tanrılar tarafından kutsanmış sihirli elleri vardı. Kıyafetlerimi çıkardığımda standart olarak onunla seks yapacağımı düşündü ancak şu anda seks değil bir masaja ihtiyacım vardı ve bu karşımdaki kız işini çok iyi yapıyordu. Önce sırtım ve boynuma ardından omuz ve kollarıma özel bir seans uyguladı. Ardından ayaklarıma geçti ve parmak aralarıma kadar beni rahatlatmayı başardı. Tekrar sırtıma narin bir şekilde dokunmasını istedim Bu sırada onunla konuşmaya başlamam gerekiyordu.
“Bir masöz olmalıydın Keyara”
Sesini hiç çıkarmadan devam etti tabi bende öyle
“Duymadın mı beni?”
Yine sesini çıkarmadı.
“Bak seninle sadece seks yapmak için o kadar parayı vermedim ben”
“Peki, ne zaman yapacaksınız bayım? Sıkılmadınız mı?”
“Sen sıkıldın mı?”
Keyara şaşırmıştı. Büyük ihtimal yapmam gerekenleri bir an önce yapmamı istiyordu bir eziyete ne kadar çabuk başlayıp bitirirseniz o kadar iyi olurdu. O da öyle düşünüyordu fakat benim öyle bir amacım yoktu.
“23 yaşındayım.” Dedi. Yavaş yavaş ısınıyorduk birbirimize
“Burada ne işin var?”
“Para kazanıyorum. Herkesin yapabildiği işler vardır bende yapabildiğim işi yapıp para kazanıyorum.”
“Bedenini satarak mı? Bir insanın yapabileceği en iyi şey bedenini satmak olamaz ki tüm insanlar istediği halde bunu yapabilir.”
“Hayır, efendim yanılıyorsunuz belki tüm insanlar bunu yapabilir ancak buna cesaret edemezler.”
“Kendini öyle mi kandırdın?”
Bir anda elinin sertleştiğini canımı yakmak istediğini hissetmiştim kısa süreli bir sessizliğin ardından konuşmasına devam etti
“Elimde yapabileceğim tek şey bu istediğinizi söyleyebilirsiniz”
“Nasıl bir azize gibi konuşursunuz? Hoş azizelerin de fahişe olduğuna inanırım ancak örnek vermek istedim. Kendi adını bile kullanamıyorsun. Aslında sadece bedenini değil, kişiliğini, gururunu ruhunu satıyorsun Keyara. Her şeyini satan bir kadın nasıl mutlu nasıl umutlu olabilir ki. Hiçbir kadın para karşılığında herhangi bir erkeğin altına yatmaktan memnun kalmaz. Çünkü insanoğlu her ne kadar kötü ve bencil olsa da gururu vardır. Özellikle kadınların. “
Keyara sertliğini biraz hafifletti ancak cevap vermedi. Bende devam ettim aşırıya kaşıyordum fakat merak ediyordum.
“Hadi Keyara bana şunu söyle bu işe başlamadan önce ‘Baba ben orospu olup para kazanmak istiyorum hoşça kal’ mı dedin? Bunu gerçekten söyledim de yaptım de tüm içtenliğin ile bende sana inanayım.”
“Bazen bazı şeyler bizi mecbur bırakır.”
İşte beklediğim cevap sonunda gelmişti. Keyara gardını yavaş yavaş düşürüyordu çünkü o duyguları henüz pişmemiş 23 yaşında hala bir kız çocuğuydu ve gerçekten iyi masaj yapıyordu.
“Devam et Keyara.”
“Efendim bu konularda konuşamam üzgünüm benim işim sadece sizi rahatlatıp tatmin etmek. Beni  bir günlüğüne sohbet edip değersiz hayatımı dinlemek için mi o kadar para verip tuttunuz.”
“Belki ben bir süper kahramanım. Ve genç bir kızın hayatını kurtarmak istiyorumdur.”
“Burada kimse genç bir kızın hayatını kurtarmak istemez efendim genelde genç kızları düzerler.”
Keyara söylediklerinde yine haklıydı. 23 yaşına gelmişti ancak baya şey öğrense de yaşına göre çok karamsardı ama benim pes etmeye niyetim yoktu.”
“Beni tatmin etmek mi istiyorsun? O zaman anlatmak zorundasın çünkü ben genç kızların yaşadığı kötülükleri duymaktan zevk alan adi bir adamın tekiyim ve bu bana boşalmaktan daha çok zevk veriyor.” Artık anlatmaktan başka çaresi kalmamıştı.
“Pekâlâ.  Buraya geleli 3 sene oldu. 18 yaşlarımda hoşlandığım biri vardı. 2 sene boyunca köyümüzde sürekli kaçıp hayaller kurduğum birisi. Şehirde çalıştığını ve çok para kazanacağını söylerdi. Gözü benden başkasını görmüyordu tabi ben öyle sanıyordum. Ailem rahatsızdı ciddi anlamda durumumuz yoktu ve bu çocuğun tekin olmadığını söylerlerdi onları dinlemedim ve 20 yaşıma bastığımda asi bir şekilde istemedikleri kişi ile evleneceğimi söyleyip onlara birçok kötü sözde bulundum. Kaçtık sonra. Her şeyin mükemmel olacağını düşündüm önce benden faydalanıp ardından bu pislik yuvasına attı beni. Arada onu görüyordum benim gibi bir kaç genç kız getiriyordu ama uzun zamandır görmüyorum onu. “
Her genç kızın başına gelebilecek olan bir olayı anlatmıştı Keyara. En azından kendi ailesi tarafından satılmamıştı.
“Buraya bağlı bir sözleşmen var mı? Yada borcun?”
“Hayır. Hayatta kalmak karnımı doyurmak için yapıyorum bunu.”
“Peki neden ailene geri dönmüyorsun?”
“Başında söylemiştiniz ya efendim gurur.”
Evet en başında söylemiştim. ‘Gurur’. İnsanoğlunun içinde muhakkak bulunan o duygu. Keyara gururunu o kadar aptal şekilde kullanmıştı ki.. Ailesine yaptığı gurur, kendisini düzen tanımadığı hayvanlara karşı gösterdiği gururdan daha ağır basıyordu. Aptallıktı bu ancak onu uyandırmam gerekiyordu.
“Şu bahsettiğin kişi”
“Dom Karchikca”
“Ne güzel bir ismi varmış. Bu arada durabilirsin eğer sıcakladıysan üzerini çıkar.”
Masaj bitmişti ve söylediği ismi Lagos’un arka sokaklarından tanıyordum. Dom küçük çaplı zekâsız bir pezevenkti ve ismini öğrenmek beni memnun etmişti.
Keyara üzerindeki eskimiş elbiseyi çıkarım çırılçıplak şekilde yüzükoyun yanıma uzandı. Artık ikimizde yüzü üstü aynı yatağa yatmıştık. Soluk bakışları ile gözlerimin içine bakıyordu belki de kendisini kurtaracağımı düşünüyordu. Kendisini kurtaramazdım hiçbir insan bir başka insanı kurtaramaz ancak yardımcı olabilirdi ve ben bu ihtimali düşünebilirdim. Su içmek için yan masaya doğru tüm gücümle kalkarken Keyara’nın sırtındaki iyileşmekte olan morluklar dikkatimi çekti. Gömleğimi giyinirken morluklar dikkat çekiyordu. Ayağa kalktım bir bardak su içip ardından odaya gelmeden sipariş ettiğim viski şişesini elime aldım.
“Viski alır mısın Keyara”
“Hayır alkol midemi bulandırıyor.”
“Memnun oldum” diyerek şişeyi kafama diktim. Sohbetimizin kalanında Keyara ile konuşmak için kafamın güzel olması gerekiyordu. Boxer’ımın üzerine giydiğim gömlek ile balkona çıkıp tahta sandalyeyi altıma çektim. Bir sigara yakıp Lagos’un sefil manzarasına göz gezdirdim. Viskimden sürekli içerek kendimi Keyara ile yaşayacağım ikinci perdeye hazırlıyordum. Sanki gözleri ile arkamdan baktığını hissediyordum ancak henüz hazır olmadığım için arkamı ona dönmüyordum.
Üçüncü sigaramdan büyük bir nefes alıp viski şişesinin dibinin hakkından geldim. Ayağa kalkarken büyük bir çarpıntı geçirdim ve balkonun kapısına dayandım. Bir sigara daha yakmak istedim ancak paketin bitmiş olduğunu ve arabama yürüyecek kadar halim olmadığını anladım. Bir anda Keyara’nın sesini duydum
“İyi misin?”
Ona cevap vermek yerine benimle ‘siz’ olarak değilde ‘ben’ olarak konuşması dikkatimi çekti. Bir anda migrenimin olduğunu unutmuştum. Belki şu anda canımı çıkaracak şekilde ağırıyordur ancak sarhoşluğum daha ağır basmıştı. Baygın gözlerim ile Keyara’ya bakmaya çalıştım ancak onu ikişerli görüyordum. Sallanarak odanın içinde banyoyu buldum. Duşakabinin içinde oturup musluğu açtım. Soğuk suyun etkisi ile biraz kendime gelip yıkanmaya başladım. Ayağa dengeli bir şekilde kalkıp soğuk suyun vücuduma nüfuz edişinden oldukça memnundum
Yatağa tekrar döndüğümde hala sarhoş fakat dingin bir kafam vardı. Çıplak ayaklarımı kurutup anı boxer ve gömleğimi giyerek yatağa oturarak arkamı duvara verdim. Keyara ise hala uyumamış çıplak bedeni ve endişeli gözleri ile bana bakıyordu. Sakin bir ses tonu ile konuşmaya başladım
“Sigaran var mı?”
Keyara’nın endişeli gözleri bir anda düşüp yerini bir rahatlamaya bıraktı. Çantasından dandik bir paket çıkardı.
“Bundan kullanıyorum seninkilere benzemiyor.”
“Şu an bu ayrımı yapabilecek durumda değilim.”
Buruşmuş sigara paketinden ezik büzük bir dal çıkarıp zippo ile yaktıktan sonra farklı bir sigaranın boğazıma girmesi ile öksürdüm. Bir iki duman sonra buna alıştım elbette ama bu halde bile dikkatimi çeken bir şey oldu.
“Sen neden içmiyorsun?”
“Ben içici değilim. Patronum sadece her ihtimale karşı yanımda bulundurmamı istedi. Müşteri memnuniyeti gibi bir durum.”
“Nasıl bir memnuniyetmiş bu? Aynı şuan benim memnun olduğum gibi mi?”
“Hayır genelde üzerimde söndürmeleri için.”
Keyara bir anda kasığını bana gösterdi. Morla kırmızının karıştığı bir renk tonunda bazı yerlerinde kurumuş yanıklar gözüküyordu.  Daha fazla sabredemedim.
“Burada seni mutlu eden hiçbir şey yok. Buraya seni bağlayan hiçbir şey de yok. Genç yaşında acı çekmekten başka hiçbir halta yaramıyorsun. Seni sadist zevklerine köle yapmaktan başka dertleri yok. Kaç naira kazanıyorsun ki? Tüm gün seni kemerle dövüp vajinanda sigara söndürmem karşılığında kaç naira kazanıyorsun? Yada şöyle sorayım kaç nairaya değer?”
“Mutlu olmadığımı yada bu işi isteyerek yapmadığımı nereden çıkardın?”
O an aklıma Leeto ve bahtsız ablası geldi. Keyara ile aynı kaderi paylaşıyorlardı. Bir anda ikisi hatta üçü için üzüldüğümü fark ettim. Bu kadar çok içeriye girmenin yanlış olduğunun farkına vara vara bu hüznün çekiciliğine kapılmıştım. Üzüldüğüm için kendimi kendime kızarken buldum. O anda Keyara’nın meraklı bakışları kafamı toplamaya yetti.
“Mutsuzsun Keyara. Sana bir dostumun tabiri ile konuşayım eve bir dostum bana mutsuz bir domates gibi hissettiğini söylemişti. Sende öylesin mutsuz bir domates. Her gün seni umursamayan birilerinin kahvaltısına öğle yada akşam yemeğine servis olmak için beklenilen ve yenildikten sonra şükran dahil edilmeyen zararsı ve değersiz bir besinden farkın yok. Söyle bana Keyara mutsuz bir domates mi olmayı isterdin yoksa seni bulan kişi tarafından her gün şükredilen ve değeri bilinen bir domates mi? Birilerinin kölesi olmaktan sıkılmadın mı? Birileri üzerinde tepinirken gözyaşlarını adamın birinin spermlerini akıttığı çarşafa silmekten sıkılmadın mı? Peki bu sana sürekli zarar veren sadist insanlardan? Onların gözlerine dahi bakmadan saf vücudunu kullanmaları seni yormadı mı? Bedenini siktir et Keyara peki ya ruhun? İnsanın ruhu bedeninden fazla kırılır bazen bir bakış bile tüm hayalleri yıkmaya yeter. Bazen bazıları, bazıları tarafından hiçe sayıldığı için bile kırılabilir.”
Kabul etmeliydim gaza gelmiştim. Kendimi durduramıyordum ve yine şaşırıyordum. Spinoza bu kadar şeyi nasıl bilebilirdi ki? Ne ara bu kadar duygusallaşmıştı? Johari’nin göğüsleri mi buna sebep olmuştu yada Leeto ve bahtsız kardeşi mi? Yada şu an karşısında gözyaşlarını çarşaf yerine bu kez koluna silen deneyimsiz fahişe mi? Keyara’yı bırakıp bu kez kendime acımaya başlarken evet kendime tamamen 60 yaşında biri gibi davranmaya çalıştığım için kendimden utanıyordum. O anda bir hıçkırık sesi tüm düşüncelerimi dağıttı. Keyara’nın mat siyah vücudu bir anda solmuş parlak gözleri daha da ışıldayarak gözyaşı dökmüştü. Az önce nasihat vermeye çalıştığım kızı büyük ihtimalle kırdığım için ağlıyordu. Bu işlerden pek anlamıyordum belki de yanlış bir şey söylemiştim ancak kızın ağlaması planlarımın arasında yoktu. Dokunmak istedim.
Dokunmadım.
Hayır bir fahişe olduğu için değil, bir kadın olduğu için. Kadınlar  tanrıların icat ettiği en zeki ve tehlikeli varlıklardı.
Gözyaşı döküşünü izledim. 23 yaşında genç bir kızın karşımda gözyaşı döküşünü aynı bir dram filmi izler gibi izledim. O anda gözyaşı sanki bir nevi onu temizleyen bir maddeye dönüştü. Keyara ağlarken bir fahişe değil 23 yaşında güzel bir genç kız olmuştu.  Yaptığım hıyarlığa rağmen ona birde soru sordum kadınların genelde nefret ettiği bir soru.
“Neden ağlıyorsun?”
Yaşlı gözlerini üzerime dikti ve Buseler bir anda kafasını göğsüme bastırarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Gömleğimin ıslandığını hissediyordum bundan nefret etmem gerekirken garip şekilde hoşuma gittiğini fark ettim. Öyle içten ağılıyordu ki en sonunda dayanamayıp onu sarmayı denedim. Evet 23 yaşında göğsümde ağlayan genç bir kızı sardım. Katillerin de bunu yapmaya hakları vardır diye düşünüyordum. Ağlarken çok mutlu olmak istediğini ancak bu saatten sonra tek çarenin ölüm yada buna alışmak olduğunun da farkındaydı. Bende ona bunun tam tersi bir fırsat sunacaktım.. Kural basitti ölemiyorsan öldüreceksin. İşte Kara Kıta adlı cehennemde hayatta kalmak adına kitapçıktan birkaç sözcük. Keyara bunu bilmiyordu ancak ona öğretecek olan kişinin göğsünde ağladığından habersizdi.
Ağlaması kesilince Keyara göğsümde uyuyakaldı. Belki hiç bu kadar rahat uyumamıştı. Bende olduğum yerde uyuya kalmıştım. Gözlerimi açtığımda bir kızın kucağımda mutlu bir şekilde uyuduğunu hissettim. Bu her gün başıma gelen bir olay değildi. Onu uyandırmamak için bir süre hareket etmedim. Kendi kendine uyanarak o ilk uyanıştaki nefesini yüzüme bıraktı ve şişmiş gözleri ile bana baktı.
“Günaydın” diyerek gülümsedi. Hiçbir şey demeden yataktan kalktım.  
Otelin lüks sayılacak katına kahvaltılar kapı önüne konurdu bunu odayı kiralarken ayrıntılarda konuşmuştuk. Kahvaltıyı içeri alıp yatağın üzerine koydum. Bu sırada Keyara duş almak için banyoya girmişti. Kahveden bir yudum alıp havluyla karşıma çıkan Keyara’ya oturmasını söyledim o daha giyinmeden konuşmaya başladım.
“Açık konuşacağım seninle”
Keyara gözlerime meraklı şekilde baktı.
“Bugün senin birlikte olacağın birini öldürmek için buradayım.”
Keyara hiç şaşırmadan kahvaltısına başladı. Şaşkın olmaması eni şaşırtmıştı.
“Bir amacın olduğu belliydi.”
“Evet ama bunu yanlış..” sözümü kesti
“Ne yapmam gerektiğini söyle yeterli ama onu öldüremem. Buna fırsatım olsa bile yapamam.”
“Bana biraz bilgi ver. Hangi odada kalır korunur mu ne yapar nasıl davranır bende sana talimat vereyim”
Keyara ağzındaki lokmayı bitirip biraz düşündü.
“Kuzey cephesine bakan en büyük odada kalıyor. Kapıda birileri bulunur muhakkak. Diğer kızların dediğine göre 10 küsür adamla gelirmiş zaten. Bu arada odasındaki pencerelerde süngülenmiş özel bir şebeke var.  Sebebini bilmiyorum başka odalarda yok.”
“Süngüyü açabilir misin?”
“Elbette ama zamanını bilemem.”
“Ben sen içeri girer girmez pencerenin altında olacağım. Yüksek sesle konuşabilir misin?”
“Elbette.”
O yemek yerken balkonun kapısını açıp onunla konuşmaya başladım.
“Söylediklerimi düşündün mü?”
“Evet. Gideceğim.”
“Büyük ihtimal karışıklıklar bugün çıkar sende yok ol buradan. Çantada 5 bin naira var hepsi senin için. Bu arada şehirde büyük bir spa merkezi var son zamanlarda masöz aradığını duydum eğer deneme karşılığı bir referans konuşması yaparsan seni alabilirler.”
“Beni kullandığın için günah çıkarmana gerek yok tam tersi gözümü açtın minnettarım ve sen kötü biri değilsin.”
Keyara ile birlikte olduğumuzdan beri ilk kez gülümsemiştim. Sanki benimle dalga geçiyordu.
“Bir can almak bir insanı kötü yapmak için yeterli bir unsurdur.”
“Aldığınız cana göre değişir.”
Keyara’nın gözlerinin içine baktım. Bazen kendinizi kendiniz olmaktan çıkmaya çalışırken bulursunuz. İşte o bazeni şu an yaşıyordum. İçimde bir yerlerde birinin beni değiştirmek istediğini hissetmeye başlamıştım ve hayatını kanla kazanan bir insan için felaketti bu.

Balkon kapısını kapatıp zaman gelene kadar Lagos’un katlanılamayan manzarasına katlanmaya çalışmaya başladım.

Wattpad için tıklayın

12 Temmuz 2015 Pazar

- Bölüm 2 - Bir Cinayet Meselesi

Nem beni deli ediyordu. Özellikle kiraladığım evin duvarlarında bu yüzden oluşan küfler tamamen sinirlerimi bozuyordu. Bir nem insanı neden düşündürürdü ve neden sinirlendirirdi? Aslında beni deli eden nem değil sanki kafamın içinde büyüyen ve tüm beynimi ele geçirip içinde çılgın kahkahalar atan mazoşist bir migrendi. Bir migren mazoşist olabilir miydi? Bunun cevabını belki tıp veremezdi fakat liseden kalma bilgilerim ile ben rahatlıkla verebilirdim. Evet, psikolojisi bozuk mazoşist bir migren beynimin içinde bana acı çektirmekten adeta zevk duyuyordu. Migreni unutmak için karanlık odamda çeşitli düşünceler aklımdan geçirdim ve tavana bakarken sokağın ışığı ile gözle görülebilir hale gelen küfler beni bu düşünceye itti. Ancak küfler daha fazla canımı sıkmıştı aynı insanlar gibi. Ya da yazarın kitabında dediği gibi ‘insancıklar’ Bu satırları neden koyu renkli italik fontları ile yazdığımı bilmiyorum önce başlığı yazdım ardından hoşuma gitti ve durmayı pek uygun görmedim. Ne diyorduk evet insanlar. İnsanlardan nefret ederdim hayatım boyunca yüzlerine bakmaktan kaçınır sadece işim düştüğü anlarda yüzlerine bakmak zorunda kalırdım. İnsanlar da bana bayılıyor değildi onların bana nefretle baktıklarını düşünüyordum. Belki bunda babamın da etkisi vardı. 8 yaşında bir çocuğu sanki 25 yaşında bir adammışçasına eğitiyor ve hayatın gerçeklerini göstermeye çalışıyordu yada ben öyle sanıyordum. Gece gündüz domuz gibi içer akşamları bir takım küçük hırsızlıklar yapardı. Ona bir gün kiliseye inandığım yaşlarda ‘Bizim olmayan eşyaları bizimmişçesine zayıf insanlardan almak yanlış değil mi? Tanrı bizi gözetlemiyor mu baba?’ diye sormuştum. O da sanki benden ve yaşayan tüm tanrılardan nefret edercesine gözlerime baktı. ‘Bizden daha kötü insanlar var evlat tanrı onlar ile yeterince meşgul’ demişti. Ancak o sıralar kilisede bizlere tanrı herkesi görür ve gözetlerdi mantığı öğretilmişti. Babam iyi bir insan değildi aynı diğer insanlar gibi. Aslında hayat iyi değildi. Böyle bir Dünya’da mutlak iyiyi beklemek,  şapka’dan gerçekten tavşanın çıkmasını beklemek ile eş değerdi. Bunları düşünerek uyuya kaldım.
Lagos merkezden 2 km kuzeyinde kalan büyük bir otel&bar görünümlü genel ev bulunuyordu. Birçok fahişe ve onların kaba bir tabir ile ‘pezevenkleri’ kol geziyordu. Belki Leeto’un babası Kamran’ı ve talihsiz kızına bile rastlayabilirdim.
Kamran’ın verdiği dosya’da Macar asıllı bir silah satıcısı olan Thomas Papp adında beyaz bir adam listenin ikinci sırasındaydı.
“Macaristan doğumlu Thomas Papp varlıklı bir ailenin en küçük şımarık çocuğu. Ufak yaşlarda Rusya’da eğitim görmüş ve bir işte dikiş tutturamadığı için babasının bağlantıları sayesinde silah satıcılığı işine girmişti. Babası Koloman Papp tüm Balkanlarda ve kuzey Afrika’da tanınırdı ve Nijerya’ya kadar oğluna saygı duymalarının tek sebebi buydu. Klasik votka sevicisi ve genel evlerde birkaç kız isteyip onlara işkence yaparak bundan zevk alırdı. Her Salı günü Merkez’in 2 km kuzeyindeki geneleve gidiyor. Yanında 6 ve 7 adam ile dolaşır ve kendisi dövüş konusunda oldukça yeteneklidir. Nijerya’nın silah pazarına yeni yeni girdi ve enteresan silahları Boko Haram’ın ilgisini çekiyor”
Sonunda ‘BÜYÜK BOYNUZ’ adındaki otel çakması genel eve varmıştım.  Lagos’un arka sokaklarındaki bu leş yerin akşam saatlerinde oldukça fazla müşterisi oluyordu. Günlerden pazartesiydi ve benim canım bir kadın ile birlikte olmak istemiyordu. Otel diyebileceğim mekânın etrafını gezmeye başlamadım. Her bir cephede iki adam kapıda ise iki iri yarı zenci bekliyordu. Bu otel 7 katlıydı ve tırmanması o kadar da zor değildi. Tam tur attıktan sonra kapıya yanaşıp cebimden çıkardığım 100 nairayı korumaların ellerine sıkıştırdım ve artık içerideydim. Otel demiştim fakat burası bildiğiniz striptiz kulüpten bozma bir yerdi. Büyük bir bar, ortada iki adet striptiz direği ve etraflarında toplanmış masalar vardı. Ortalık karanlıktı ve renkli ışıkların yardımı ile aydınlanıyordu. Odanın nikotinli havasını içime çektim. Bile bile zehiri ciğerlerime soludum fakat başka da çarem yoktu. Bara doğru yanaşırken direğin üzerinde oynayan iki kıza gözüm takıldı. Karanlıktan yüzlerini seçemiyordum fakat vücutları ve kıvrımları oldukça hoştu.  Tek sahip oldukları şeyi yani bedenlerini pazarlamaktan başka şansları yoktu. Direkteki kızların hikâyelerini bilmiyordum fakat bir tanesinin hikâyesini bilmek zorundaydım. Bara doğru yürüyüp en son bir tabure bulup oturdum. Hem suratsız bir adam ne içmek istediğimi sordu. ‘Viski. Sek’ derken cebimden sigaramı çıkarıp nikotinli atmosfere katkıda bulundum. E en sonunda büyük bir nefes. Müzik beni rahatsız etmişti ancak aldırmamam gerekiyordu. Adam bana viskimi uzattı biraz sohbet etmeliydim.
“Burası ve yukarıdaki oteller hepsi aynı mı?”
“Elbette. Ama sana gelmez.”
Adam ancak fahişem olduğu zaman o odalarda kalma hakkımın olduğunu ima ediyordu.
“Bana gelmesini istiyorum.” Dedim . Adam gülümsedi ve birilerine seslendi
“Hey Keto!  Burada azmış bir adam var” Üslubu pek iyi değildi.  Kel bir zenci bana doğru yaklaştı ve kaba bir ses tonuyla benimle konuşmaya başladı.
“Adın ne yabancı?”
“İsmimin bir önemi yok. Elindekilerin en iyisini görmeye geldim.” Adam gözlerini öne doğru çevirdi. Artık bana bakmıyordu.
“Bak yabancı beyaz adamlar ayrıcalık olurlar her zaman fakat tanınmış olanları. Senin gibisinden yarım saat içinde 10 kişi bulabilirim o yüzden kuralıma göre oynayalım. İstersen yeniden başlayalım?”
Adam sürekli lafı uzatıyordu. Sürekli ama sürekli buna tahammül edemiyordum
“Yarım saat çerisinde bulacağın 10 adam benden daha zengin ve daha fazla ödeme yapacaksa sana iyi şanslar.”
Bu onu artık tedirgin etmişti. Sebebi belliydi elbette o da kesinlikle ‘para’. İnsanların çoğunun zayıf bir yanı vardır ve bu genellikle para olur. Eğer zayıf yanım yok diyorsa o insana daha çok para teklif edin. ‘Herkesin bir fiyatı vardır’ mantalitesi en fazla afrikada işler ve bir kadın satıcısı için fazla para onu maymun etmenize yeter de artar.
“Ne kadar?” diye sordu.
“En iyi üç kadınını getir.  Ve normal fiyatlarını söyle.”
“Hey bak hemen sana fiyatını söyleyeyim en iyi kadınımın fiyatı 250 naira. Bir gecelik.”
“Pekâlâ, sana 300 naira vereyim yarın akşama kadar.”
“Bak yabancı fiyatının çok az.” Adama çok param olduğunu söylediğim için normal fiyatı şişirmişti elbette.
“Kabul et ya da etme. “
“Bak kabul etsem bile yarına önemli müşterim var. Yarın akşama 3 kızı da yetiştirmem gerekiyor.”
İşte beklediğim cümle sonunda gelmişti. Kamran’ın bana vermiş olduğu dosyada Salı akşamları Papp’ın gittiği yazıyor ve kızlara işkence çektirmekten hoşlandığı yazıyordu. Muhtemelen Keto bu kızları Macar kurbanıma hazırlıyordu.
“O zaman tek kız için 400 naira veriyorum. Müşterinin geliş saatini söyle 1 saat erken bırakayım.”
“Pekâlâ. “
“Hadi şimdi kızları göreyim.”
Keto tatmin olmuş şekilde tabureden kalkıp hızlı adımları ile ortamın nikotinli havasında gözden kayboldu. Bende viskimden ard arda iki büyük yudum aldım. Ardından cebimden çıkardığım birkaç nairayı bardağın altına koyarak barmene seslendim.
“Bir tane daha!”
Barmen bir tane daha doldururken sigaramın küllükte kendi kendine bittiğini fark ettim. Söndürüp yenisini ateşledim.
Keto yanında üç tane kadın ile geldi. Barın önünde yer açtı ve üçünü de yan yana sıraya koydu. Çok telaşlıydı çünkü çok para kazanacaktı ve heyecanlıydı.
“Buyurun bay yabancı. İstediğinizi sizindir!”
Kızların gözlerinin içine baktım ve yaşlarını sordum. Keto ise anında cevap verdi.
“En soldaki en genci 23 yaşında. Ortadaki biraz daha diridir ve daha deneyimli biraz da çılgın. Sonuncusu ise 35 yaşında tam bir ustadır inanın bana sizi kesinlikle pişman etmez.”
“En baştaki. Onun özelliği nedir?” Sanki yarış atı alıyordum.
“Genç kızlarım arasından vücudu en iyisi olan.”
Göğüsleri orta büyüklükte olan kız 23 yaşına göre 26 yaşındakinden daha diri bir vücuda sahipti. Dudakları büyük değildi fakat kibar burnu vardı. Açık alnının altında uykusuzluktan düşmüş siyah gözleri her şeye rağmen ışıl ışıl parlıyordu. Bakışlarında hala bir masumiyet sezdim.
“Pekâlâ. Kararımı verdim 23 yaşındakini alıyorum.”
Keto biraz bozuldu. Sebebini anlayamamıştım fakat seçtiğim kızın genç oluşu fikirlerini değiştirmemde bana daha çok yardımcı olurdu. Henüz oturmamış bir akıl tecrübeli akıldan her zaman daha kolay kandırılırdı.
Kız sahibinin gözlerinin içine onay vermesini beklercesine baktı.  Bende cebimden paraları çıkarıp 400 naira sayıp Keto’ya teslim ettim. Sonunda onay kısmına gelmiştik. Keto eli ile kıza ileri çıkmasını diğerlerine ise kaybolmalarını işaret etti.
“İyi eğlenceler yabancı” dedi ve o da yanımızdan kayboldu. Artık kız ile birlikte yalnız başımıza kalmıştık. Bar taburesini çekip yanıma oturmasını söyledim. Sakin bir şekilde oturdu.
“Adın nedir?” diye sordum. Kıza yakından bakınca daha da bir güzel olduğunu fark ettim. Gözleri o kadar güzeldi ki çevresindeki morlukları hemen unutturuyordu.
“Lyza. Adım Lyza.” Dedi. Yüzümü ekşiterek ne içeceğini sordum
“Soda. Soda içerim.” Barmene hemen bir soda siparişi verdim o da getirdi. Adının Lyza olduğunu söyleyen kız sodadan bir yudum aldı. Diğerlerine göre oldukça tepkisiz ve suskundu.
“Adın elbette Lyza değil dimi?”
“Adım Lyza.”
Lyza’nın alnı açıktı saçları ise düz bir şekilde omuzlarına kadar düşüyordu. Vücudu zayıf olmasına karşın oldukça diriydi neden en iyi olduğunu anlamıştım. Gözlerim sırtına kaydı ve iyileşmekte olan yara izleri beni şüphelendirdi. Kız sodasından büyük yudumlar alıyordu. Ellerine baktım. Titriyordu.
“Lyza bana gerçek adını söylemezsen patronunu çağırıp ona tüm paramı gasp etmeye çalıştığını söylerim. O da senin muhakkak sırtındaki yaralarına bir tane daha ekleyecektir.”
Bu tehdidimden sonra göz bebeklerini açtı. Ve hemen ismini söyledi
“Adım Keyara. Lütfen artık uzatmayalım.”
Sigaramdan bir nefes aldıktan sonra viskimden büyük bir yudum alarak Keyara’nın gözlerinin içine baktım. Kızcağız heyecandan sodasını hemen bitirmişti. Barmene seslenip ona nasıl oda kiralayacağımı sordum o da birkaç kişi getirip benimle konuştu. En pahalı cepheden en üst katın en pahalı dairelerinden birini tuttum. Papp gibi zengin züppeler de o dairelerden birinde işini görürdü. Ona yakın olmak benim için bir nevi avantaj haline gelecekti. 

Keyara ile odamıza çıktık. .

10 Temmuz 2015 Cuma

-Bölüm 1- Siyahı Kırmızıya Boya (güncel 3. kısım )

Safwat ile masaj randevum öğle saatlerindeydi. Biraz tembellik yapıp şehir merkezindeki spa salonuna doğru yola koyuldum. Safwat yıllardır olduğu gibi vücuduna başka elleri dokundurarak rahatlayıp huzur bulmayı planlıyordu. Belki de tüm hafta çektiği stresi  atabildiği tek şey bu masajdı. Bende iyi niyetli bir insan olarak onu tamamen huzura erdirmeyi ve bir daha stresle uğraşmamasını planlıyordum. Biraz daha zorlasam iyi bir insan olduğuma beş dakikalığına da olsa ikna olacaktım. Dünya Safwat gibi hayatın birçok zorluğunu gördüğünü sanan ve babası sayesinde bir yerlere gelen lüks düşkünü bireyler ile dolu. Hayatları boyunca birçok zorluktan ailesi ve çevresi tarafından kurtarılmış hissettirilmiş insanlar. Bu bireyler oldukça şanslı kişilerdir tabi bu şans etrafındaki insanların yok olmaları ile riske girebilecek türden mini bir kumar da olsa potansiyelini bilmeden büyük işlere bulaşan insanlarda ölümle sonuçlanabiliyordu. Safwat eğer potansiyeli olan bir adam olsaydı Ahad’dan önce beni tutmak onun aklına gelirdi. Size biraz Safwat gibi ailelerinin ve çevresinin biriciklerini anlatayım; Yaşamları boyunca her zorluktan kaçırılmış ve her konuda çevresi tarafından mükemmel olduğuna inandırılmış bu bireyler bir süre kendilerini tanrı gibi hissederler. Onlara göre kendileri farklıdır. Her açıdan diğer insanları kullanabilecekleri ve kendilerinden güçlü insanların çok az olduğunu sanarlar. Bazıları biraz daha zekidir ve nerede duracağını bilir. Bazıları ise Safwat gibi hiç gözü açılmadan en iyisi olduğuna inandırılmıştır. Bazıları üniversite okur bazıları lise. Bazıları mükemmel olmadığını burada anlar. Bazıları ise anlamamak için at gözlüklerini takar. Ve bir sandalye bulur. Evet sandalye. Sonra bir tane daha bulur. İkisini üst üste koyar ve en üste oturur. Bay Safwat kral Safwat. Lord Safwat. Kulaklarında hep bu çınlamayı duyar ve tatmin olur. Fakat iki katlı sandalyesinde otururken at gözlükleri yüzünden aşağıya bakmaz. Tabi bu duruma biraz da aşağıdakilerin varlıklı insanları tanrı gibi görüp türlü yalakalıklar yapması etken oluyor. Lafı fazla uzatmadan ‘Dostoyevski’nin söze girdiği gibi gireceğim ‘Baylar’ ‘Evet baylar! Oyun bitti. Burası gerçek dünya ve hepiniz beyaz adamın birer kurbanı oldunuz. Sandalyelerinizi ayaklarını kestim ve o at gözlüğü yüzünden beni göremediğiniz için boynunuzu vurdum!’ Burası gerçek dünya ve burada ölüm var burada zekâ var ve burada mutlaka sizden daha cani insanlar var. Gözlerinizi açın hiç biriniz mükemmel değilsiniz ve konu Azrail olunca hepiniz aynı haklara sahip birer cesetsiniz.
Arabadan inip çözülmüş olan ayakkabı bağcıklarımı bağladım. Sanki adım Teodor’muş gibi yürümeye başladım. Büyük bir cam kapıdan içeriye girip bir görevli ile konuşmaya başladım. Görevli kadının göğüslerinin bir ismi yoktu. Bu yüzden sadece beyaz gömleğinin altındaki sütyene sıkıştırmış olduğu çirkin göğüslerine 2 saniye bakmak zorunda kaldım.
“Buyurun nasıl yardımcı olabilirim?”
Siyahilere acı çektiren beyazların olduğu bir dünya’da siyahiler beyazlara siyahilerden daha çok saygı gösteriyordu. Bazen renginizden dolayı bile şanslı olabiliyordunuz biraz karışık ve fazla adaletsiz olduğunun farkındayım fakat ne yapabilirdim?
Bu kez adım sanki yıllardır Teodor’muş gibi konuşmaya başladım.
“Tacari’nin özel durumu için geldim. Onun yerine. Müdürünüze haber verebilir misiniz?”
Kız özel durumu duyunca meraklandı.
“Özel durum mu? Ne özel durumu?”
Kıza cevap verme zorunluluğum yoktu fakat dikkat çekmemek için bu kısa işkenceyi yaşayıp oldukça normal bir insanmış gibi konuşmam gerekiyordu.
“Bir sakatlık yaşamış. Evinden çıkarken halıya takılıp yüz üstü düşmüş. Burnunu kırmış .”
Halıya sürekli takılan bendim. Bir nevi bana olması gerekeni Tacari’ye yaşatmıştım kabul ediyorum kötü bir kurgu fakat bir masörden de şiir yazmasını bekleyemezsiniz.
“Durumu nasıl?”
“İyi. Bu sabah uğradım ona. Yarın öbür gün aranıza katılır. Müdürünüze haber verir misiniz? Sanırım bugün önemli bir müşteriniz varmış Tacari biraz bahsetmişti.”
“Bay Safwat tabi ya. Onu tamamen unutmuşum bir saniye ben çağırayım.”
İşine aşık birisi daha. Unutmakta haklıydı. Safwat gibi çirkin birini kim hatırlamak isterdi?  Belkide sıkıntı Safwat değil direk çalıştığı işti. Afrika’da insanların hayal kurması beklide özgürce yapabildikleri tek şey. Fakat hayallerin bazıları biraz olsun örnekler ve gerçeklikle beslenir. Bu kıtada bahsettiklerim o kadar olmuyordu ki insanlar hayal kurmayı bile unutmuş ‘Nasıl hayatta kalırım? Nasıl karnım doyar?’ diye düşünmekten başka bir şeye kafa yoramamış olmuşlardır. Bu özellikte birilerini tanıyor musunuz? Evet, sana soruyorum  bahse varım ki evde beslediğin kedin yada köpeğin bu insanlardan daha şanslı. Belki bu özellikte birilerini tanımıyorsundur da ben hatırlatayım ‘Hayvanlar’ Afrika’da insanlar doğanın parçası olan hayvanlar ile aynı haklara sahipti. Ne azı nede fazlası.  Bu senin suçun değil. Evde beslediğin kedinin de suçu değil. Bu diğerlerinin suçu. Bu bazılarının inandığı tanrıların suçu. Bu bazılarının aç gözlülüğünün, caniliğin, ve egoizmin suçu.
Kız yanında takım elbiseli kel bir zenci ile geri döndü. Zenci oldukça resmi görünüyordu fakat konuşmaya başladığında müdürlüğün çalışanlara karşı vermiş olduğu ‘ezme’ hakkını kullanacaktı.
“Teodor sen misin?”
Yine adım sanki yıllardır Teodor’muş gibi cevap verdim.
“Evet benim. Memnun oldum bay..?” Elimi uzattım ve beklediğim tepkiyi aldım
“Müdür bey. Hepsi bu. Umarım Tacari’nin bahsettiği kadar iyisindir o yalancı herifin maaşından bugünü keseceğimden emin olabilir.”
“Sizi yüzüstü bırakmayacağım Müdür Bey”
“Çabuk öğreniyorsun Teodor. Bir beyaz olduğun için burada elini kolunu sallayarak istediğin şekilde dolaşamayacağını unutma. Tacari buradaki en profesyonel masör bakarsın onun yerine seni alırım. Tabi çıkaracağın işte önemli.”
Müdür zeki biri olduğunu sanıyordu ve kendi çapında öyleydi. Lagos’un merkezinde usta bir masör hemde beyaz. Bu çok ilgi çekici olabilirdi. Fakat müdür denilen hergeleyi takmak istemiyordum yeterince konuşmuştuk.
“Emin olun beni çalıştırmak istemezsiniz.”
“Ne o yoksa infazcı mısın?” bu espirinin ardından inanmayacaksınız ama müdür kahkahayı bıraktı. Yanındaki kızda müdüre yaptığı ‘mecburi yalakalıktan dolayı’ gülmek zorunda kaldı. Benimde bozuntuya vermemem gerekiyordu. Aman tanrım. Adamın iç güdüsü ve sezintileri resmen gerzekliğinde saklıydı. Bu yaşa kadar kendisini keşfedememiş birisiydi ve bu beklide en büyük dram filmlerinden bir tanesiydi.
“Tacari şanslıymış sizin gibi neşeli bir müdür ile çalışıyor”
“Bu kadar muhabbet yeter. Müşterin Spa Salonumuzun daimi ve en yağlı müşterisidir o yüzden senden sakso çekmeni dahi istese sesini çıkarmayıp dizlerinin üzerine çökeceksin ve memnuniyetle adamın büyük aletini yalayacaksın. Anlaşıldı mı?”
Kabaydı fakat oldukça netti. “Anlaşıldı” dedim ismi aynı Teodor olan mükemmel güler yüzlü bir masörün yapması gerektiği gibi.
Özel misafirler için hazırlanmış masaj odasına girdim. İçeri girerken telefonumu da geçirdim elbette. Dikkatimi hemen çıkışlara veriyordum ve içeri girmeden dışarıda duran kapı kolunun altındaki kilit dikkatimi çekti. İçeri girdiğimde ise kapının sadece dışarıdan kilitlenebildiğini öğrendim. Kıyafet konusuna gelecek olursa  tabi yapacağım işe mavi renkli doktorlarınkine benzeyen paçavralar  vardı. Bir kasap gibi ilk kez bir canlı öldürürken önlük takacaktım. Perde ile ayrılmış masaj ekipmanlarının olduğu yere geldim. Birçok yağ ve kimyasalları kapsayan şişeler bulunuyordu. Fakat kesici bir alet yoktu bu da benim için eksiydi ve kan işi yaş gibi görünüyordu bu biraz keyfimi kaçırmıştı. Kıyafetlerimi giyindim perdenin arkasındaki küçük tabureye oturup bir şeyler düşünüyordum. Titreşimli birçok alet vardı fakat hepsinin kablosuz olması sıkıntıya düşürmüştü beni.Elbette boğazından sıkıp onu öldürebilirdim ancak fotoğrafını çekecektim ve  gözleri kapalı şekilde çıkması Ahad’ı tatmin etmeyecekti. Bir anda gözlerim kimyasalların olduğu şişelere takıldı bu sırada iki adam içeriye girdi. İkiside güzel giyimli fakat oldukça kapalardı. Beni ayağa kaldırıp hiçbir şey demeden aramaya başladılar. Beni arama işleri bittikten sonra tüm elektronik eşyaları götürüp odadan ayrıldılar. Bunlar kesinlikle Safwat’ın adamlarıydı ve bu da demek oluyordu ki kurbanım gelmişti.Yaklaşık iki dakika sonra içeriye 1.80 boylarında 200 kilo civarı top sakallı kel bir zenci içeriye girdi. Bana yüz vermeden kıyafetlerini sanki odada tek başınaymışçasına çıkardı. Çırılçıplak şekilde karşımdaydı ve düzeltiyorum bu insan dışı yaratığı gördükten sonra bir ton olduğuna karar vermiştim.  Safwat masaj sehpasına yüz üstü uzandı. Kıçı aynı kara deliği andırıyordu. Stephen Hawking’in bu kıçı görmemiş olması onun için büyük bir kayıptı. Sonunda benimle konuştu.
“Hayatında hiç zenci aleti görmedin mi? Orada dikileceğine işe başla zaten bir beyazın vücuduma dokunmasından haz etmiyorum”
“Tabi” dedim. Perdenin arkasından hayatımda ilk kez gördüğüm kimyasallardan birkaç şişe aldım ve küçük sehpaya koydum. Aralarında gözüme çarpan ince ve uzun olan yağ şişesi de bulunuyordu. Yanına yaklaştım ve vücudundan gelen ter kokusu beni öldürecek gibiydi. Sanki 1 ton kokmuş yağ tankeri önüme konulmuştu. Ve sehpada uzanan adam kendisinin aletine hayran kaldığımı sanıyordu.
“Aslında şaşırmanızı anlıyorum. Bir beyaz olsam buna bende içerlenirdim.”
“Neye efendim?”
“Boş ver. Hadi bana bir beyaz aleti görüp görmediğimi sor.” Konu gittikçe ilginç bir hal alıyordu.
“Hiçbir beyazın aletini gördünüz mü efendim?”
“Hayır. Çıplak birçok beyaz erkek gördüm fakat o kadar küçüklerdi ki göremedim.”
Safwat büyük bir kahkaha bıraktı. Evet, kocaman bir kahkaha. Muhabbetin iğrençliği yetmezmiş gibi iğrenç espirilerinin üzerine birde dayanılmaz kahkahasını çekiyordum.  Elimdeki şişenin kapağını açtım ve tüm sırtında yağı gezdirdim.
“Ne o neden dokunmuyorsun? Tacari her zaman dokunurdu. Müdürün bana adının Teodor olduğunu söyledi. İsminiz gibi işiniz de boktan mı yoksa?”
“Herkesin farklı bir tarzı vardır efendim.”
“Unutma Teodor. Bir beyaz adamın güçlü bir zencinin yanında kredisi azdır ve yanımda beceriksizliğin büyük bir cezası vardır.”
“Bana güvenebilirsiniz.”
Elbette bu işten hiçbir bok anlamıyordum ama ona dokunmak gibi bir şey de söz konusu olamazdı. Ne hissedersiniz bilmiyorum fakat bir tonluk bir silah satıcısı çıplak şekilde önümde yatıyordu. Artık daha fazla beklememin yada bu işkenceye dayanmamın bir anlamı yoktu. Eğer profesyonel bir insansanız ve işinizi severek yapıyorsanız kısıtlı imkanlarda dahi bir çıkış yolu mutlaka bulursunuz. Öncelikle kalın ensesine dirseğimle sert bir vuruş yaptım. Görmediğim yüzü neye uğradığını anlamamış şekilde yarı baygın kalması gerekiyordu. Adımlarımı normal şekilde atarak elime gözüme kestirmiş olduğum ince yağ şişesini aldım ve Safwat’ın başucuna geldim. Sanki bir ayıya en acımasız avcıların yaptığı gibi ilk başta uyuşturan mermilerden atmıştım. İçten içe inliyordu fakat sesini fazla çıkaramıyordu. Yine de bilinci yerindeydi iddiasına girerim şuan içinden geçen tüm küfürleri sayıştırıyordu. Ağzını açıp elimdeki şişeyi soluk borusuna sıkıştırmaya başladım.  İşin en zor kısmı bu olacaktı insan ne durumda olursa olsun nefesi kesildiğinde mutlaka buna tepki verir ve çırpınırdı. Safwat’da onu yapmaya çalışıyordu fakat yüzüstü yatmıştı ve iki yüz kiloydu bu çırpınış ona pek bir yarar sağlamıyordu. Tüm gücümle plastik şişeyi soluk borusuna doğru ittiriyordum. En sonunda bunu ellerim ile başaramayacağımı anlamıştım. Safwat’a da söylemem gereken birkaç şey vardı.
“Kusura bakmayın boğazınıza sığacak büyük bir aletim olmadığı için bu plastik şişe ile idare edin.”
Bu söylediklerimi elbet duymuştu ama şuan bunu takacak durumda değildi. Yavaş yavaş gözleri kırmızılaşıp pörtlüyor tüm suratı morarıyordu. Şişenin kıç tarafı hala ağzında gözüküyordu Biraz geriye çekilip tüm gücüm ile ağzının ortasına sert bir tekme attım. Bu tekmenin ardından şişe tam olarak soluk borusunu kapatmış bununla birkaç dişide kırılmıştı. Ağzından gelen kanın sebebi dişleri olmuştu. Çırpınan elleri ve vücudu artık titremeye başlamıştı. Elleri havada şekilde titriyordu ve gözleri daha da kızarıyordu. Simsiyah suratı mosmor kesilmişti ve saniyelerin ardından titreme durmuş elleri düşmüştü. Bu dünya’dan 200 kiloluk bir silah tüccarı daha silinmişti. Bana göre ise sadece adı bile hatırlanmayacak bir cesetten farksızdı. Telefonu çıkarıp kamerasını açtım
“Gülümseyin Bay Safwat bu dünya’daki son pozunuz.”
Anlık olarak Safwat’ın bu dünya’daki en yakışıklı pozunu çekip Ahad’da göndermiştim. Geriye dışarıdaki iki adamdan kurtulmak kalmıştı. İkisini elbette alt edebilirdim fakat yumrul yiyeceğim belliydi ve bundan hoşlanmıyordum. Kapıyı tüm hıncımla açıp yakında bekleyen iki aptala seslendim
“Baylar! Baylar! Safwat! Safwat’a bir şeyler oldu!” Bu durumda kullandığınız kelimeler önemli değildir. Bu adamlar Safwat’ı tanrıları olarak görüyor ve yüksek sesle ‘Safwat’ ismini duymaları telaşlanmaları için yeterliydi. Araya tekerleme dahi koysam umurlarında olmazdı çünkü onları harekete geçiren sihirli ismi çoktan söylemiştim. Safwat bu adamların belkide karınlarını doyurmuş bazılarını tehdit etmiş bazılarının ise hayatını kurtarmıştı. Afrika’da inanılan tanrılar muhakkak vardır fakat geneli karnını doyuranlara tapar. Bazı kesimlerde de adalet sistemi böyle işlerdi. Bir bencil adam yüz sadık adamı yanında tutmak için türlü pisliği ve boşluğu denerdi. Dürüst insanların genel olarak ekmeğe muhtaç olması bencil ve güçlü insanların ellerini daha fazla güçlendiriyordu. Belkide diyebilirsiniz 21. Yüzyılda insan gücü mü kaldı diye fakat burası Afrika’ydı ve burada yüzyılların pek önemi yoktu. Aslında hiçbir şeyleri olmayan bu iki adamın da yüzyıllar umurlarında değildi. Belki de demokrasi adalet gibi kavramların halk hikayesi olduğunu düşünüyorlardı. Kendilerini üç kuruş paraya çalıştıran bir insan için belkide eşlerinden daha çok telaşlanıyorlardı bu da onları aptal durumuna düşürüyordu. Yanımdan geçerken rüzgarları ile üşümem dahi söz konusu olabilirdi. İki adam içeri girer girmez sakin bir şekilde kapıyı kapatıp girişte gözüme takılan ve sadece dıştan kilitlenen kapının çelik dilini çevirerek iki aptalı kısa süreliğine de olsa içeride bırakmıştım. Tabi zamanım azdı önce adamı uyandırmaya çalışacaklar ardından şaşkınlıklarını üstlerinden atıp kapıyı zorlayıp en sonunda açamayınca silahlarını kullanarak dışarıya çıkacaklardı. Üzerimde masör kıyafetleri ile büyük bir soğukkanlılık ve hızlı adımlarla kapıya doğru yürümeye başladım. O an hiç kimse umurumda değildi ve acaba Ahad bana cevap verecek miydi diye düşünüyordum. Doğru düzgün telefon kullanmazdım ve beni rahatsız edenlerden pek hoşlanmıyordum.  Özellikle kulaklarımda çınlanan dijital aptal bir ses yada beni sürekli telaşa sokacak olan bir titreşim.
İçeride gerçekleşen aksiyon yüzünden herkes bir anda telaşa kapılmıştı. Müşterileri karşılayan kız bile yanından geçmeme rağmen beni fark etmemişti. Herkesin aklı buraya her hafta yüzlerce naira kazandıran bir tonluk çirkin bir siyahta olması benim işime geliyordu.
Kapıdan çıkar çıkmaz adımlarımı boş verip koşmaya başladım. Arabam yakındaydı ve anahtarlarını üzerinde bırakmam benim için avantajdı. Aklıma gelmeyen ve kesinlikle atladığım şey milyonlarca fakirin olduğu bir ülkede arabanızı gündüz ortası bir yere anahtarı ile bırakmamanızdır. Bu küçük hata bana pahalıya mal olabilirdi. Peki ya kaçırdılarsa? O zaman ne yapardım? Nereye kaçardım? B planım var mıydı? B planı mı? Neyim ben askeri bir ordu mu yoksa FBI mı? Peki ya sigaram? O da orada kalmıştı ve eğer arabam çalınmışsa bir yerlerde nefes alıp isyan ederken sigara yakmayı isteyecektim fakat arabamın içinde gittiği için istediğim sigaramı yakıp isyan edemeyecektim! Ne çok düşündüm öyle! Ben böyle düşünürken hemen iki sıra geride park ettiğim Wrangler’ımı gördüm ve bu koşuşturmada arabamı içimden övmeyi ihmal etmedim.  Arabamın kapısını açıp anahtarı çevirdim. Yine ikinci denememde çalışarak beni yanılgıya uğratmamıştı. Biraz anarya gelip lastik yakmayı ihmal etmeden gazı k kökledim. Dikiz aynasından arkama baktım ve az önce çıktığım kapıdan o iki aptalın çıkıp etrafına bakındığını görsem de artık onlar için çok geçti.  Aptalların patronları artık ölüydü ve Spa Salonunun sahibi haftada yüzlerce naira kaybetmişti. Tacari ise işinden olacak ve polis tarafından sorguya çekilecekti. Beni tanımıyordu sadece yüzümün hatlarını söyleyebilirdi hem yakalansam dahi hükümet ile içli dışlı olan ve tehdit ettiğimde mutlaka bana yardımıma koşacak müşterim Ahad vardı.
 Az önce yokluğundan endişe ettiğim sigaralarımdan bir tanesini dudağıma yerleştirip yaktım. Bu sırada o nefret ettiğim dijital seslerden biri geldi ve bu Ahad’dan başkası olamazdı. Telefonun mesaj kutusuna baktım ve onay veren bir parmak simgesi vardı. İki gündür iki yüz kiloluk bir silah satıcısını öldürmek için çabalıyor en sonunda emelime ulaşıp ona bunun fotoğrafını gönderiyordum fakat o bana sadece bir parmak ile yanıt veriyordu. Telefonun simgelerinde uzunca süre orta parmak arasam da bulamadığım için cevap vermedim.
Kırmızı ışıkta beklerken etrafa bakındım. Hemen caddenin köşesinde ihtiyarın biri iki çocuğu azarlayıp kafalarına vuruyor ve ceplerini kontrol ediyordu. Bu karedekilerin üzerinde eski püskü paçavralardan bulunuyordu. Muhakkak dilenci adam ya dilenci çocukların parasını gasp ediyor ya haraç istiyor yada onların babası olarak tahsilat istiyordu. Fakat çocukların bakışlarına göre ceplerinde bu saydıklarımı dolduracak hiçbir şey bulunmuyordu. Yeşil ışık yandı ve yoluma devam ettim.

Hızımı düşürdüm elbette sakin sakin seyir halinde giderken çocuklar aklıma geldi. Arabayı kenara çekip yanlarına gidemez miydim? Elbette giderdim. Çocukların ceplerine birkaç naira sıkıştırıp dilenci adamın tüm dişlerini dökerek küçük çapta bir halk kahramanı olabilirdim. Ama neden yapayım? Kahraman olmak istememem miydi sıkıntı? Yoksa sadece kendi işine bakan bencil bir adam olduğum için mi? Evet ben insanların kendi işlerine bakmasını isterdim ama Afrika’da olmama rağmen düşünmediğim olay ‘Adalet’ kavramıydı. Evet, yine bu aptal kavram. Bazıları şanslı doğabilirdi bazıları ise o kadar şanslı olmayabilirdi Küçük bir çocuk kendisini nasıl koruyabilirdi ki hem? Onu koruyacak polisler ve bu kendini satmış devlet varken neden ben korumalıydım? Aklımdan bu fikirler geçse de bir türlü içime sığdıramadığım kendimi bir türlü aklayamadığım soruşturma içerisine girdim. Ne yaparsam yapayım kaç tane jüriye rüşvet verirsem vereyim bir türlü beraat edemiyordum. Hakim sürekli beni suçlu buluyor karşının avukatı benim milyon dolarlar saçtığım avukatı ekarte ediyordu. Sahi ne işe yarardı bu avukatlar? Yüzde yüz suçlu olsanız bile neden sizi kurtaracaklarını düşünürler? Kahramanlık mı? Kesinlikle hayır. Avukatların avukat olmasının sebebi benim o iki çocuğa yardım etmemem ile aynıydı. Herkes kedisi için yaşıyor bu dünyada ve her zaman böyle devam edecek. Herkes demişken mutlak bir çoğunluktan bahsetmiyorum. Dünya’da elbette kahraman olmak için okuyan avukatlar ve bir çocuğun gözyaşını dindirmek için uğraşan küçük halk kahramanları vardı. Ama onlar toplansa dahi bu bencil insanları yenemezlerdi. Bu yüzden iyi insanlar her zaman kaybediyordu. Bunları ikinci şeride geçerken düşünürken bir anda bir filozof değil tam anlamı ile kiralık bir katil olduğumu anımsamam ile düşüncelerimden kurtulup Chris Rea dinlemeye devam ettim. Ne diyorduk ? Evet The road to hell.. 

Wattpad için tıklayın



5 Temmuz 2015 Pazar

-Bölüm 1- Siyahı Kırmızıya Boya (güncel 2. kısım )

Wrangler’ımı çalıştırıp sanayi bölgesinin yolunu tuttum. Sanayi bölgesini geçince gideceğim kuzey blok çatışmaların olduğu ve hatta hala süregelen kabilelerin olduğu bir bölgeydi. Ve şehirden uzak olmasına rağmen ortam olarak daha pis ve zehirliydi.
Toprak ve engebeli bir patika yolun sonunda kuzey bloğun girişindeki üzeri çarpı atılmış çinko ve çitalarla ile desteklenmiş kulübeden bozma bir evin önünde durdum.  Kafamın içinde Johari’inin olduğunu hissettim. Arabamın kapısını tam açarken bir anda sadece iri göğüslerine odaklanmadığımı büyük ela gözlerinin de beni etkilediğini fark ettim. Kısa bir duraksamanın ardından kapıyı açarak çamurlu araziye indim. Ayaklarımdan pantolonuma sıçrayacak olan çamurlar daha sıçramadan canımı sıkmaya başlamıştı. Geniş ve dikkatli adımlar ile evin çinkodan bozma üzerinde çarpı olan kapısına dört defa vurdum. Biraz bekledikten sonra kulaklarımı acıtan bir ses ile kapı açıldı. Önüme baktığımda kimseyi göremiyordum sebebi ise kapıyı açan yetişkin birinin olmamasıydı. Saçları bir tarlayı andıran büyük parlak gözlü ve kalın dudaklı bir çocuk bana kapıyı açtı. Sadece altında eski ve yıpranmış bir şort bulunuyordu.
“Kimi aradın?” dedi küçük ve cesur bir ses
Ona biraz takılmaya karar verdim. “Sen Kamran mısın?”
“Hayır. Ben Leeto  iki ‘E’ ile. Kamran dediğiniz kişi benim babam ve kendisi beyaz adamlar ile pek konuşmaz.”
“Genç adam şimdi içeriye giriyorsun istersen kapını kapat ve babana Ahad’ın adamının geldiğini söyle.”
Leeto adındaki ufaklık gözlerimin içine dik dik baktı. Babasından daha cesur bir çocuk olduğu böyle bir bölgede babası yerine kapıyı açmasından belliydi. Kapıyı yüzüme kapatıp içeriye girdi. Kısa zaman sonra kapı açıldı ve bu sefer karşımda somut olarak bir adam duruyordu. Boyu kısa da olsa bir çocukla kıyaslanamayacak kadar uzundu. Saçları Leeto’nun kafasında olan tarladaki ekinlerin büyümüş hali gibiydi. Suratı mat değil parlak şekildeydi ve bir ton daha koyu olsa siyah bir arka fonda fark edilmeyecekti.
“Spinoza sen misin?” İlk girişte bir ‘merhaba’ nezaketinde bulunabilirdi ancak yaşadığı yerden olayı pek yadırgamadım.
“Evet. Senden alacaklarım var”
“Bekle. İçeriden dosyaları toplamam gerekiyor” Benimle konuşması bu kadardı. Leeto’ya döndü.
“Şununla ilgilen. Kokularından dahi haz etmiyorum”
Leeto kafasını usulca sallayıp beni evin tamamen dışındaki kaldırımlardan birine oturttu. Hava aynı şekilde pisti ve bu yavaş yavaş migrenimi azdırıyordu. Leeto ile konuşmayı seçtim.
“Bugün nasılsın Leeto?”
“Mutsuz bir domates gibi hissediyorum bay Spinoza”
“Peki ufaklık sen hiç mutsuz domates gördün mü?”
“Onlardan neredeyse her sabah yiyorum efendim.”
“Peki mutsuz olduklarını nereden çıkardın?”
“Bu topraklarda yaşayan hiçbir canlı mutlu değil Bay Spinoza. Siz bile değilsiniz.”
Bunu daha önce hiç düşünmemiştim. ‘Mutluluk’ benim için hiçbir anlam ifade etmeyen bir kavramdı ve varlığını da hiç sorgulamamıştım. Mutluluğumu hatırlatacak olan Lagos’lu bir çocuk olacağını asla tahmin etmemiştim. Belki de mutluluğu umursamayacak kadar mutsuz olan insanlardandım. Konuyu değiştirdim.
“Okula gidiyor musun Leeto?”
“Hayır. Babam okulun kızlar için olduğunu erkeklerin ise çalışmak zorunda olduğunu söyler.”
“Ablan okulda mı?”
“Şu an içeride. Akşamları gidiyor okula sabahları da geliyor. Bütün öğlen uyur kalan zamanında da evi temizler.”
Kamran’ın neden Ahad’ gibi bir adamın bu kadar önemli bir işini yaptığı halde böyle bir pislikte yaşadığının cevabıydı Leeto’nun anlattıkları. Kamran diğer aileler gibi çocuklarını da çalıştırıyordu ama kendisi biraz aşırıya kaçmış kızını şehirde fahişe olarak çalıştıracak kadar aşağılık bir insan olmuştu. Dünya hala medeni bir yer değildi. Hala çocuklarını kandıran aileler kızlarını zengin züppelerin altında paspas yapan babalar vardı. Küçük çocuğun da söylediği gibi Afrika’da her canlı mutsuz uyanıyordu.
Kamran kısa bir süre sonra elinde yıpranmış kâğıtlar ile geldi. Sert bir üslupla göğsüme doğru kâğıtları uzattı.
“Bunları al ve toz ol.”
Bir aracı ile kavga edecek kadar amatör değildim ancak benimle sohbet eden bir beyefendiye nezaketimi göstermeliydim.
“Zaman ayırdığınız için teşekkür ederim genç adam” Leeto’ya elimi uzattım. O da aynı güleç yüz ile minik ve kirli elleri ile elimi sıktı.
Arabama atlamadan önce arkama zor bela baktım. Çamur pantolon paçalarıma çoktan sıçramıştı ve bu benim migrenimi azıtmıştı. Sabah alkol aldığımdan migren haplarımı almayı pek göze alamadım. Arabamı çalıştırıp hızlıca sanayi bölgesinden çıktım. Yolun müsait bir kenarında torpido gözündeki tüm ıslak mendilleri pantolonumu temizlemek için kullandım. Ardından sahil manzarası olan ve Lagos’un en sevdiğim restoranlarından olan ‘Eko Sky Restaurant and Lounge’ a gittim. Hemen bir masaya oturup hemen somon ızgara ve ıspanak sipariş ettim. Ağır bir baş ağrısına hafif bir yemek iyi giderdi.
Siparişimi saçlarını topuz yapmış sevimli ve nazik bir kadın getirdi. Ve üzerine sanki büyük bir adammışım gibi “Başka bir arzunuz var mı?” diye sordu. Baş ağrısı beni konuşamayacak kadar etkisiz hale getirse de yine de bu nazik kanıda ‘Teşekkür ederim’ dememe engel olamadı. Büyük bir lokma aldıktan sonra Kamran’dan aldığım kurbanların dosyasını incelemeye başladım. İlk sırada Safwat adında şişman ve oldukça çirkin bir adam vardı.
“Safwat küçük yaşta Fas’da yetişmiş silah kaçakçılığı yapan bir ailenin en büyük oğlu. Kaçakçılık işini resmiyete bizzat döken kendisi. Babasının işleri ile küçük yaştan yüz göz olmuş ve işleri alınca daha profesyonel bir hal almış. Safwat çok paranın vermiş olduğu rahatlık ile iyice lüksüne düşkün birisi. Lagos’da her hafta bir spa merkezinde aynı kişi tarafından masaj yaptırmaya gelir. Masaj yaptırdığı kişinin adresini ise aşağıda belirttim. Daha fazla detayı diğer sayfalarda bulabilirsin.”
Kamran’ın bu bilgiler vermesi bir muhbirinkinden oldukça daha iyiydi. Böyle bir muhbir çöplük içinde yaşıyorsa  Ahad’a büyük bir ihanet etmiş ve ona muhtaç kalmış demekti. Fazla irdelemeden yemeğimi bitirip hesabı ödedim. Wrangler’a atlayıp adreste belirtilen masörün evine doğru gittim. Şehre yakın sık evlerin olduğu bir mahalleye girdim. 36 kapı numarası olan ve benim kiralık evimden biraz eski demir kapılı bir gecekondu bozmasının önünde durdum.
Mavi renge boyanmış kapıya dört defa vurdum.  Kapının yanındaki korkuluksuz camın perdesi açıldı Tacari adındaki masör meraklı gözlerini bana dikti. Kapıyı açması için gözlerimle bir imada bulundum. Pencereyi ucundan açıp benimle konuştu.
“Kimsin? Tanımıyorum seni.”
“Safwat beni  senin için gönderdi bazı ayrıntılar verdi.”
“Ben masörüm ne ayrıntısı?”
“O kadarını istersen sen anlatırsın”
Tacari, bir masördü fakat Safwat’ın da ne kadar kötü bir adam olduğunu biliyordu. Korkusu daha fazla düşünmesine engel oldu ve bir hata yaparak kapıyı açtı. Kapıyı açar açmaz Tacari’nin karın boşluğuna büyük bir hırsla tekme attım. Evinin holüne devrilen Tacari’nin zayıf bedeni sistem dışı kalmıştı. İçeriye girip kapıyı örttüm.
“Özür dilerim hızlı bir giriş oldu Tacari’nin sen olduğunu düşündüm hem masör olduğunu da söyledin umarım yanlış anlamadım. “
Yerde karnını tutarak kıvranan Tacari küfür etmek istiyordu fakat mecali yoktu. 3 numara saçları kesilmiş geniş kafalı ve zayıf vücutlu bir zenci olarak fazla yapabileceği bir şey yoktu.  Konuşmaya devam ettim
“Şimdi spa salonunu arayıp hasta olduğunu ya da bir yerinin kırık olduğunu senin yerine yarın benim geleceğimi söyleyeceksin.”
“Bunu neden yapayım?”
“Neden yapmayasın?
“Hasta değilim yada bir yerim kırık değil”
Tacari sözünün bitirir bitirmez burnunun kemiğini hedef alan sert bir yumruk ile kemiklerini kırdım. Yaklaşık birkaç saniyelik durulmanın ardından burnundan oluk oluk kanlar gelmeye başladı. Zor nefes alıyordu.
“Şimdi bir dakika sonra ayağa kalk ve şu telefondan senin yerine geleceğimi ve profesyonel olduğumu söyle”
“Neden bunu yapıyorsun kimsin sen?”
“Eğer kim olduğumu öğrenirsen seni öldürmek zorunda kalırım. Bunu ister misin?”
Üzerindeki tişörtü burnuna bastıran Tacari sürünerek telefonun olduğu masaya kadar süründü ve ahizeyi zar zor kaldırdı. Numarayı bana kodladı bende girdim. Üçüncü çalışın ardından telefon açıldı. Fakat telefonu hoparlöre alma şansım olmamıştı bu yüzden onun söylediklerini dinlemek zorundaydım.  Yaklaşık 1 dakikalık telefon konuşmasının ardından ahizeyi tekrar bana uzattı.
“Teodor adında birinin yerime geleceğini söyledim. 3 yerden lisansın var Maxim Teodor”
“Teodor mu? Ne boktan bir isim.”
“Kırık bir burun ile iki dakikada aklıma Teodor geldi.”
Haklıydı. Şimdi sıra sevmediğim tehdit etme kısmına gelmişti.
“Uzun lafları sevmem Tacari. Ağzın kapalı kalsın. Eğer bir yerde öttüğünü yada bun yaşananları birine anlattığını duyarsam senin için geri gelirim ve tüm kemiklerini kırarım.”… Biraz sessizliğin ardından kafasını salladı. Ama tatmin olmamıştı.
“Anlaşıldı mı?”
“Evet anlaşıldı anlaşıldı canım yanıyor!”
“Kafanı yukarıda tut Tacari. Birde ağrı kesici al. Hoşça kal.”
Kapıdan çıkarken haklı olarak arkamdan ağır küfürler ettiğinin farkındaydım.

Evime gittim..


Wattpad için tıklayın

4 Temmuz 2015 Cumartesi

-Bölüm 1- Siyahı Kırmızıya Boya (güncel)

Arabamı ikinci kez çalıştırıp geldiğim yoldan doğru Lagos merkeze doğru sürdüm. Yaklaşık iki haftadır bu oksijenden nasibini almamış kara parçasında nefes almaya çalışıyordum. Merkezde Yaba Teknoloji Koleji’nin iki sokak aşağısına düşen normal şartlarda 2 odalı tek katlı kiralık evlerden birini makul bir fiyata kiralamıştım. Arabamı kapının önüne park edip içeriye girdim. Kapının girişinde duran eski tür halının saçakları her zaman ayağıma takılırdı ve ben şu iki hafta boyunca evime her girdiğimde bu halıya takılırdım aynı yaklaşık üç saniye önce olduğu gibi. Hemen mutfağa geçip ocaktaki çaydanlık altına su koyup altını yaktım. Lavaboda bıraktığım dünden kalma bardakları ellemeye yine tenezzül etmedim.  Ocakta duran tavadaki sosisleri çöpe boşaltıp evin camlarını açtım. İçerideki koku Varem’in çürümeye geçmiş olan bedeni ile eş değerdi. Arabama evlerden daha çok değer verirdim bu yüzden tuvalete bağladım hortumu camdan çıkarıp yola park ettiğim arabamı su ile elimden geldiği kadar yıkayıp kuruttum. Bu sırada büyük bir fincan Nijerya’da ünlü olan sade acı kahveden içiyordum. Wrangler’ın içini silip havalandırdıktan sonra arabayı kilitleyip içeriye girdim. Gece yaklaştıkça tüm o silah seslerinin, sıcağın, oksijenden yoksun havanın ve Ahad’ın sesinin etkisi ile migrenim azmaya başlamıştı. Karanlık bir odada acı çekmek migrenime ufakta olsa bir çözümdü. Haplarımdan iki tane içip karanlık odamın tozlu yatağına uzandım.
Karanlık sokak ışıkları ile aydınlanıyordu.  Bu sırada kafamın içinde büyüyen ağrı midemi etkiliyordu. Yada aç karnına iki tane aldığım haplardan dolayı zehirlenmiştim.  Şu an odaklanmam gereken zehirlenme değil kafamın içinde büyüyen ve sanki oradan bir şeyler sökmeden çıkmayacakmış gibi hissettiren migrendi.  Sırf bu yüzden öldürülürken ilk kurşunun beynimden geçmesini isterdim. Ölüme yakın olduğum zamanlar mermilere kafa atmayı bazen düşünsem de yaşamanın vermiş olduğu cesaret ölüme olan cesaretimden daha ağır kalıyordu.
Tavandaki çatlaklara bakmayı seçtim. Dünyada hiç kimseye hiçbir şey ifade etmeyen çatlaklar bana da hiçbir şey ifade etmiyordu. Gömleğimden yine bir sigara çıkararak tavan manzarasında içmeye başladım. Nikotin ve tütün Lagos’un havasından daha sağlıklıydı ve eminim karbon dioksit daha azdı. Sigaramdan büyük bir nefes çekip odanın havasız atmosferine bıraktım. Bir an aklıma başka biri geldi. Evet başka biri. İnsanların hayatlarını sonlandıran birinin asla mutlu bir hayat kuramayacağına inanıyordum bu benim inancım gibiydi. Belki agnostikliğe ihanet edip buna inanabilirdim. İnsanoğlu her şeye kolayca inanabiliyor. Şu an kendi kendimi ikna ettim ve kafamda uydurduğum bir kavrama ölümüne inanmayı seçtim. Dinler, akımlar, milliyetler yada bağlandığımız her hangi bir kavram. Hepsi böyle değil miydi? Bazıları uçan koyunlara inandı. Bazıları tek bir sıvıdan doğabilen bir çocuğa. Bazıları suyuna hasret kaldıkları denizi yaranlara inandı. Bazıları heykellere, bazıları hayallerine. Bazıları da hiçbir şeye inanmadı fakat açıklayamadı da. Herkes saygı istedi hiç kimse göstermedi. İnsan böyle bir varlık. İnsana göre adalet terazisi her zaman başkaları üzerinde işlemeliydi. İnsan kendisine gelince objektif olamazdı insan kimyası bozuk hastalıklı bencil bir organizmaydı. Bu Dünya’da o bahsettiğim bencil organizmalar bir statüye ulaşmak için yaşarlardı. Kiminin beklentisi büyük kiminin ki küçük. Bomboş oturup bütün gün televizyonlarda sıkıcı programları izlemek bile bir insanın amacı olabilirdi. Bende zevk aldığım işi seçtim. O  ondokuzluk keşin üzerine kustuktan sonra içimde oluşmuş 10 saniyelik pişmanlığın yerini önünü alamadığım bir zevke bırakmıştı.  Kendimi Olympos’lu tanrılar gibi hissetmiştim. Ondan sonra devamı geldi. Devamı geldikçe alıştım geldikçe içine girdim sonra anladım ki tanrı değil aynı diğer insanlar gibi her sabah işe gidip akşam mesaisinden geri dönen ve bunu kendisine alışkanlık etmiş insanlar. Onlardan farkım yoktu. Sevdiğim bir işte sıradanlaşmıştım. Ve anladım ki tanrı olmam için yaratmamda gerekiyordu. Söz gelimi bir böceği bile tanrı yaratmıştı fakat küçük bir çocuk üzerine basarak onu öldürmesi çocuğu tanrı yapmıyordu aynı benim bir insanı öldürmem gibi.
Bazılarının bu hayatta severek yaptığı işler vardır. Bazıları sevmediği işleri yapar ki onlar bu hayattan umudunu kesmiş hayvandan farksız insanlardı. Ben ise şanslı kesimdeydim. Tabancam ile birinin beynini dağıtmadan önce bu hayatta ne olacağıma dair bir fikrim yoktu. Ta ki öldürmenin bana vermiş olduğu o hazzı görene kadar. Elimdeki tabanca ile korkulu bir şekilde gülümsediğimi anımsıyordum. Korkmuştum ama gülümsüyordum. Deliliğim beni korkutmuyor ve bana haz veriyordu. ‘İşte bu!’ Dedim. ‘O hayatları sıkıcılıktan cehenneme dönen insanlardan değilim.’ Hala sevdiğim işi yapıyor, sevdiğim arabaya biniyor ve istediğim kadını becerebiliyordum. Belki bunun için para ödüyordum fakat istediğim kadar da para kazanıyordum. Neredeyse hayatı boka batmış bir erkeğin hayal ettiği her şeye sahiptim.
Göz kapaklarımın kapandığını ağrımın yavaş yavaş azaldığını hissediyordum. Belki gerçekten zehirlenmiştim bu benim hak etmediğim derecede huzurlu ve adaletsiz bir ölüm olurdu. Tanrılar adaletsizdi fakat bana kadar adaletsiz olduklarını düşünmüyordum.
Uyudum.
Bir köprü. Ucunda bir mabet, kilise veya sinagog değil. Hayatımda çok camii gördüm fakat bu onlardan değildi. Köprünün ucunda birisi vardı elinde AK-47 otomatik tüfek ile mabedi koruyor gibiydi uzaktaydı ve siyahiyi belki insanların hayallerindeki zenci İsa benim rüyama girmişti fakat İsa’nın AK-47 kullanması biraz ilginç kaçardı. Nehir tertemizdi ancak bir şeyler beliriyordu. Yüzlerce zencinin kafası nehrin yüzüne çıkarken nehir bir anda kırmızıya boyandı. Siyah nehir ölüler ile birlikte kan kırmızısı olmuştu. Köprüyü yürümeye devam etmedim. Geri dönmeyi seçtim. Uyandım.
Yine o acı kahveyi içip marketten aldığım kuru üzüm karışımı bir barı yedim. Ilık bir duşun ardından ilaçlarımı alıp Wrangler’ıma atladım. Kontağı yine ikinci çalıştırdığımda motordan beni tatmin eden o güzel ses geldi.
İlk sigaram ile birlikte bir oto tamircide zor bela taktırdığım CD çalar’a üzerine keçeli kalemle ‘Chris Rea ‘ yazılı  CD’yi taktım. Müzik zevkim  küçük yaşta hatırladığım babamın kasetlerinden ibaretti. Bu yüzden tüm kasetlerini zamanında CD’ye yazdıracak kadar akıllı davranmıştım. The Road to Hell şarkısı ise içinde bulunduğum atmosfere oldukça fazla uyuyordu.
A5 yolundan toprak yoluna girdim. Lagos’un merkezden oldukça uzağındaki ormanlık arazinin toprak yolunun üzerinde Ahad’ın villası vardı. İşi ilk olarak oradan almıştım ve engebeli yollar oldukça sinirimi bozardı. Wrangler’ı tercih etmemin temel sebebi de buydu ve hayır kesinlikle babamın arabası olduğu için sevmiyordum.  Büyük demirleri olan kapıya vardığımda iki koca adam ellerinde AK-47 ‘ler ile yanıma geldi. Bir el hareketi ile camı açmamı istediler. Kalın bir ses tonu benimle konuşmaya başladı.
“Ne için geldin?”
“Spinoza ben. Birkaç gün önce de buradaydım.”
“Sana ne için geldiğini sordum başka bir şey değil.”
Kendini sanki dünyanın en ünlü kişisini savunan bir korumacı sanan ve türlü havalara giren bu adam ile fazla münakaşa etmek istemiyordum. Her ne kadar beyinsiz dahi olsa elinde bir AK-47 bulunuyordu ve unutmayın Beyinsiz bir adam elinde AK-47 olan bir maymun kadar tehlikelidir.
“Kendisi beni bekliyor eğer elindeki telsiz ile Spinoza iş görüşmesi için geldi haberini verirsen anlayış ile karşılayacaktır.”
Yanındaki adam gözleri ile bu işi yapması niteliğindeki o bakışı attı. Kısa zaman sonra adam geri gelip önce arabamı sonra beni aradılar. İçeriye girdim. Büyük bir bahçenin ortasından geniş bir patika yolu aşıp sağında ve solunda iki dev sütun olan 4 katlı beyaz bir villanın kapısına vardım. İki adam bana yol göstererek villanın yanından arka bahçeye çıkardı. Villa adeta kale gibi korunuyordu. Biraz yürüdükten sonra büyük bir havuzun başında Ahad yanında bir kadın ile güneşleniyordu. Şezlongun yanına kadar geldim. Benim yerime ilk koruma konuştu.
“Patron Spinoza geldi.”
Ahad yerinden fırlayarak elindeki kokteyl bardağını benim yerime konuşan adamın üzerine büyük bir hınçla fırlattı.
“Buraya medeni adamlar geldiğinde bay yada bayan olarak hitap etmeyi ne zaman öğreneceksiniz salak herifler!”
Ahad’ın nezaketi gözlerimi doldurmuştu. Sinirli bir bakışın ardından gözlerini bana çevirdi.
“Hoş geldin kardeşim” diyerek gülümsemeye başladı ve gülümsemeye başladı. Tahta fakat oldukça lüks bir sandalyeye oturdum. Gözlerim bir anda Ahad’ın yanındaki iri göğüsleri olan kadına devirdim. Ahad yanındaki adamlara bir şeyler söylerken dikkatim bir anda sanki bir tonmuşçasına gözüken iri siyah göğüslere takılmıştı. Bu kadının o göğüsler ile nasıl ayakta durduğunu merak ederken Ahad’ın sesi ile irkildim.
“Bu arada seni karım Johari ile tanıştırayım”
Karısı mı?
“Johari bu iş arkadaşım Spinoza. İşinin ehli bir beyazdır.”
Johari elini uzattı. Ben yine aynı soruyu kendime sordum
‘Karısı mı?’
Elini sıkarak ‘Memnun oldum’ dedim.
“Bay Spinoza hediyenizi çok beğendiğimi belirtmek isterim çok naziksiniz”
“Hediye? Ha evet Bay Varem’in kafasından bahsediyorsunuz. Rica ederim.”
Araya Ahad girdi. “Bebeğim bize biraz müsaade eder misin?”
“Elbette” diyerek yüzünde memnun bir ifade ile yağa kalktı ve dik bir şekilde yürümeye başladı. Gerçektende göğüslerini taşıyabiliyordu ve bu duruşu takdire değerdi . Gerçi yeterince takdiri Ahad zaten veriyordu. Fakat kadının adı Johari değildi. Amerikan takıntısı olan bir adamın isim kökü Amerikalı zencilerden gelen ve anlamı mücevher olan bir kadın bulması tesadüf olamazdı. Fazla irdelemedim.
“Ne içersin Spinoza?”
“Viski. Sek.”
Cebimden sigaramı çıkarıp ilk önce Ahad’a ikram ettim. Paketten kendisi için sigara çıkardıktan sonra bende kendim için bir tane alıp dudağıma yerleştirdim. Nezaketen sigaraları Ahad yaktı. Bu sırada sek viskim geldi.
“Buyurun sizi dinliyorum” dedim meraklı gözükecek ciddi bir ses tonu ile.
“Başımı ağrıtan üç kişi var. Kısa zamanda bu adamların işini bitirmek istiyorum.”
Viskimden büyük bir yudum aldım. İlk aldığım yudum her zaman boğazımı tatlı bir şekilde yakardı. Saat henüz erkendi fakat sek bir viski içme imkânım varsa her zaman kabul ederdim.
“İstediğiniz bir ölüm şekli var mı?”
“Hayır. Sana bir telefon vereceğim birde numara. Öldürdüklerini bana bu telefondan fotoğraf yolu ile ulaştıracaksın. Bu pislikler evimde süs olmayı dahi hak etmiyor.
“Kim bu adamlar?”
“Lagos’un şu anda en büyüğü benim fakat bir adam dün akşam saatlerinde Abuja’dan gelmiş. Bölgeyi temizlemek istiyorum tüm Nijerya’da tek silah satıcısı. Beyazında siyahında canı cehenneme hepsini dümdüz etmek istiyorum. Ama onlar kadar aptal değilim. Bir ordu adam yerine tüm işleri tek bir adam ile gizliden bitirmeyi senin geldiğin yerden öğrendim Spinoza bu yüzden senin kapını çaldım.”
“Göğüsüm kabardı. Belirli bir süre var mı?”
“1 haftan var. Sana bağlantılarını Kamran verecek.”
“Kamran’da kim?”
“Önemsiz biri. Hayatı benim olan ve sadece benim için çalışan birisi. Sanayi bölgesine git. Kuzey blokta üzerine kırmızı çarpı atılmış geniş ve eski bir ev var görürsün mutlaka. Tüm bilgileri Kamran sana sağlayacak. Bu arada bu sefer ödemeni dolar ile yapacağım”
Sonunda parayı konuşacağımız kısma gelmiştik. En sevdiğim kısımlardan biriydi.
“Ne kadar öneriyorsunuz?”
“3 adam için toplam 125 bin Amerikan doları”
Bu para oldukça fazlaydı ve iştahımı kabartmıştı. Normal şartlarda hemen kabul edebilirdim fakat etmedim sebebi ise bu adamlar ölür ölmez bana ödeyeceği paranın 5 katı kazanacaktı.
“Adam başı 50 bin alırım. Fiyatım bu Bay Ahad.”
“25 bin dolar için aramızın kötü olmasını mı istiyorsun?”
“Bilmem siz istiyor musunuz?” Bu soru ile biraz ileriye gittiğimi kabul ediyorum.
Ahad biraz düşündü . Sert çıkışım onda ister istemez bir keyif uyandırmıştı. Adam başı 50 bin hala azdı fakat eli silahlarla dolu  onlarca zencinin arasında tek beyaz olarak ileriye gitmek pek akıl karı değildi.
“Pekâlâ, adam başı 50 bin. Fakat şu an avans olarak sadece 50 bin veririm kalanı 3 adamı öldürünce alırsın.” Elini uzattı. Bir defa sert çıkarak hakkımı doldurmuştum bu yüzden elini sıktım.
“Tamamdır.”
Ahad’ın işareti ile adamlar küçük bir çanta getirmişti. Çanta’nın içinde avansım ve bir kutu bulunuyordu. Ahad kutuyu açıp telefonu bana uzattı.
“Sadece bir numara var. Şarjını kutuda görürsün.”
Telefonu cebime atıp viskimden son bir yudum alıp ayağa kalktım.
“İyi şanslar Spinoza. Güvendiğim tek beyaz olarak sakın beni aptal yerine koyma.”
“Yakın zamanda görüşürüz Bay Ahad” çantayı elime aldım.

“Her halükarda mutlaka görüşeceğiz.”

Wattpad için tıklayın