9 Eylül 2015 Çarşamba

İhanet Uykusu (FİNAL)

İHANET UYKUSU (FİNAL)
İhanet soğuk yenen bir yemektir.
Hava gittikçe kapanıyor ben ise yol yorgunluğu ile kamyonetin direksiyonunu hala umutsuz şekilde sallıyordum. Aklıma düşen büyük cehennemden sonra hala Nijerya’nın o pis havasını güneşin doğmasına rağmen soluyordum. En sonunda telefonum titredi.  Bu zamana kadar nasıl hala şarjının kaldığına kafam basmamıştı fakat düşünmem gereken daha büyük sorunlarım olduğu için pekte irdelememiştim.  Telefonun mesaj kutusuna baktım.
“Otkuku Motel &Bar. İbadan’a girdikten sonra 1 km ileride. Orada bağlantımız seni bulacaktır. “
Bağlantının beni bulması oldukça sevindirici bir haberdi. Güvenilir ve uğraşsız. Bu yorgunluğun ardından başka ne isteyebilirdim ki hem?
 Yaklaşık 1 saat sonra İbadan’a varmış, yolun kenarlarındaki mekanlara göz gezdiriyordum En sonunda etrafı çorak bir arazi olan ortalama bir bardan büyük bir restoran dikkatimi çekmişti. Mesajda geçen Otkuku burasıydı ancak sondaki U harfi Nijerya’nın acımasız atmosferine kurban gitmişti. Kamyoneti araziye doğru sürüp mekanın önünde park ettim. Ayaklarım arazinin irili ufaklı taşları olan zemine basmıştı.  İçeriye doğru yürürken ayağımdan çıkan ses tüm beynimi rahatsız ediyordu. En sonunda kapıdan içeriye girdim. Küçük bir barı ve hemen önünde birçok masası olan ahşap tarzında bir yerdi. Masalardan biri hariç hepsi aynıydı ve mekan neredeyse bomboştu.
 Farklı olan masada kalbimi yakan zaman önce yerinden sökebilecek kadar hızlı çarptıran kadın oturuyordu. Masa farklıydı çünkü Johari’nin kıçı o sandalyede oturuyordu ve söylemem gerekli; o sandalye Nijerya’da böyle bir kıç bulduğu için oldukça şanslı olmalıydı. Mekanı daha fazla süzmeden hemen Johari’nin karşısına oturdum. Menüyü inceleyen güzel gözleri bir anda şaşkınlıkla bana baktı. Biraz heyecanlanmış gibiydi ama eminim benim heyecanımın yanında biraz sönük kalırdı. Menü hala ellerindeydi ama artık gözleri benimdi. Gülümsedim ve konuşmaya başladım.
“Bağlantım sen misin?”
“Evet benim. Beğendiremedik mi?”
“Bir bağlantı olmak için fazla güzelsin.”
“Ellerinde bu vardı.”
Gülümsedim ve menüyü elime alıp ilgileniyormuş gibi yaptım. Bu sırada Johari’de aynı şekilde menüye bakmaya devam etti.
“Aç mısın?” diye sordu. Sesi oldukça nazikti.
“Dün gece yeterince duman ve kanla beslendim.”
“İyi bir akşam yemeği olmuş.”
“Kahvaltı için hala yerim var. Ama sen ısmarlıyorsun.”
“Elbette” dedi. Ardından garsona seslenip iki adet kahvaltı menüsü sipariş etti. Garson Johari’nin içine düşecek gibi olunca kadıncağız iki kez tekrarlamak zorunda kaldı.
Ah şu erkekler!
Menüyü boş boş çevirdikten sonra masaya bırakıp gözlerimi Johari’ye diktim. Kendisi de menüyü çoktan bırakmış çantasından çıkardığı dağınık kağıtları toplayıp onlara göz gezdirmeye çalışıyordu. Pek fazla konuşma heveslisi değildim ama onu özlemedim de diyemezdim. İlginç şekilde ışıldayan gözlerine bakma ihtiyacı duyuyordum.
“Orada benlik bir şey var mı?”
“Pek değil. Seninkiler kafamın içinde.”
“Kalbinde de bir şeyler yok mu?”
Johari gözlerini bana doğrultarak gülümsedi ve tekrar kağıtlara bakmaya devam etti. Kendimi oturduğum sandalyeden geriye doğru yaslayarak derin şekilde esnedim. Bu sırada kahvaltılarımız gelmişti. Bir tabakta servis edilmiş çeşitli baharatlarla harmanlanmış haşlanmış yumurtalar birkaç sebze adını getiremediğim sebzeler peynir ve birkaç zeytin tanesi tabaklarımızda duruyordu. Johari değişik gözüken bir çay sipariş etmişti benimde kahve sevdiğimi biliyordu. Hemen ayılmak adına kahvemden büyük ve dil yakıcı bir yudum aldım. Yüzümün ekşimesi Johari’yi güldürdü. Sanki hiçbir şey için acelemiz yokmuş gibi bu anın tadını çıkarıyordu.
Kahvaltılarımızı yaptıktan sonra çay ve kahveler yenilendi. Garson her gelişinde bir öncekinden daha mutlu ve azgın görünüyordu. Her gidiş gelişinde pantolonu biraz daha büyüyordu. Bunda Johari’nin V yakalı tişörtünden görünen memeleri büyük rol oynuyordu. Üstten bakınca elbette daha fazlasını görebiliyordunuz bunu bilmemin sebebi ilk oturuşta benim de bakmamdı.
Kahvemden yeni bir yudum daha aldım ne kadar soğumuş olsa da yine dilimi yakıyordu. Bu sırada Johari bu sahte çift buluşmamızı resmiyete döktü
“Artık iş konuşalım mı?”
“Dinliyorum.”
“Son bir işin var.”
“Konuşmalarımızda bu son iş yoktu. Daha başka bir iş bekliyordum Johari neler dönüyor.”
“Hikaye uzun. Yapman gereken söylediklerimizi harfiyen yerine getirip bize güvenmen.             “
“Size güvenmem için hikayeyi bilmem gerekiyor.”
Johari gözlerini devirdi ve biraz sıkılmış şekilde üfledi.
“Bana hala güvenmiyor musun?” dedi.
“Biz seviştik Johari, evlenmedik.”
Tam o sırada Johari ellerimi tuttu. İlk kez ellerimi tutmuştu. İster istemez kalp ritimlerim bozuldu ama belli etmek istemedim. İstese o an bize servis açan adamın sikini havaya bile uçurabilirdim ama taviz vermeyip formalite de olsa hikayeyi bilmem gerekiyordu. Ben bunları hesaplarken o beynim yerine kalbime çalışmayı tercih etti. Tanrım ne kadar da güzel bakıyor.
“Senin için Safir’e ihanet ettim. Seni kurtarmak için hayatımı tehlikeye attım. Ama hala kalkıp bana evlenmedik diyorsun. Evli olduğum adama senin için neler yaptığıma bak. Biraz olsun güveni hak etmiyor muyum? Bir kez olsun bir pislik gibi davranmayı bırakamaz mısın?”
Sözleri iğneleyici olsa da ses tonu bana güzel bir senfoniden küçük bir alıntı gibi geliyordu. Kahvemden bir yudum alıp büyüye kapılmamayı seçtim.
“Hala onun elini tutuyorsun Johari. Ben yalnız bir adamım. “
“Hayal kırıklığına uğratıyorsun beni.”
“Seni bırakıp gittikten sonra ne yaptım biliyor musun? Bana ihanet eden tek güvendiğim arkadaşımı geberttim. Lütfen uzatmanın manası yok. Kulaklarım sende.”
Elimi elinin üzerinden çekmek istedim ama bunu yapacak kadar ne cesaretim vardı nede isteğim.
“Bu son yaptığımız patlamanın ardından diğer kolonilerde düştü. İsyancılarımız kısa zamanda oradaki silahları da ele geçirip Lagos’a sızdılar. Şu an Boko Haram’a Nijerya’da silah sağlayabilecek tek yer Ahad’ın şehirdeki küçük depoları ve ana merkezi. Villası ve onun yakınları. Normalde ikinci bölgeye gidecektin ama gerek kalmadı bu yüzden direk olarak Ahad ile görüşme vaktin geldi.”
“Ahad’ın evine elimi kolumu sallayarak ben Elrich’im diyerek girmemi mi bekliyorsun?”
“Hayır, onu arayıp Spinoza olduğunu söyleyeceksin.”
Duraksadım. Bir anda beynim durmuş gibiydi. Gülümseyip devam ettim.
“Kocanla sen beni öldürmek için oturup bu planı mı yaptınız? Çok amatörce.”
“Yanlış sorular soruyorsun.. pardon aslında soru bile sormuyorsun. Biraz kendini verebilir misin!?”
Kendimi onun haricinde hiçbir şeye veremiyordum. Yine devam ettim.
“Şu güzide ve zeki planınızı bana detayıyla anlat”
“Yaptığımız baskınlarda Boko Haram ile ilgili birkaç plan bulduk Ahad gibi birinin eline geçmesini istediği planlar. Bu planları satmak için Ahad’ı aramanı istiyorum. Onun bir buluşma ayarla ve belirlediğimiz mekana çağır. Ardından baskın yapıp onu kıskıvrak yakalayacağız.”
“Neymiş bu planlar?”
“İncelemen için vereceğim elbette planı kabul edersen.”
“Şu dağınık kağıtlar mı?”
“Evet.”
“Benlik bir şey olmadığını söylemiştin.”
“Hala öyleler. Eğer kabul edersen değişir tabi.”
Kaşlarımı çatıp biraz düşündüm ve ardından devam ettim.
“Ahad durumun kötüye gittiğinin farkındadır. Onu tek telefonumla dışarıya çıkarmam imkansız.”
“Eğer kendisinin bulunmaktan memnun olacağı güvenli bir mekansa mutlaka gelir.”
“Boko Haram bölgesinde onu nasıl kıskıvrak yakalamayı düşünüyorsunuz? Tanrı aşkına Johari bu bir plan değil bu benim ölüme giden yolum. Bu bildiğin uçurum.”
Johari’nin göz bebekleri büyüdü ve bana baktı. O güzel bakışlar sanki biraz daha güzelleşmiş gibiydi. Bakışları tüm vicdanıma tecavüz ediyor gibiydi. O kadar içliydi ki suratına bir tane vurabilirdim.
“Hayatını kurtardım. Ve şimdi de seni ölüme mi yolladığımı düşünüyorsun? Neden yapayım bunu?”
“Bilmiyorum. İkna et beni.”
“Sana Lagos’a girdiğimizi söyledim. Belirlediğimiz bir bölge var Ahad kendi kontrolüne sanıyor orayı ama değil. Hükümet ile görüştük polisler ve askerler her şey hazır.”
“Peki, neden öldürmek yerine onu hapse tıkıyorsunuz? Diğer adamları neden öldürdünüz?”
“Burası bir Cumhuriyet Spinoza. Ve hala öyle olduğunu göstermek için bu adamı kanuna teslim ettiğimizi herkes görecek. Umudu bitmiş bir halk yeniden kendisine gelecek. O pisliğin esaret altındaki canlı bedeni ölü bedeninden daha çok işe yarayacak. Bu insanların umuda ve ayağa kalkmaya ihtiyacı var. Boko Haram pisliğini ancak birleşirsek temizleyebiliriz.”
Anlattıkları büyük bir devrimi ve insanı dayanışmayı uyandıran birkaç olayı hatırlatıyordu ancak bunların çoğu umurumda değildi.
“Peki ya ben?”
“Ne olmuş sana?”
“Ben ne olacağım? Siz baskını yaptıktan sonra?”
“Hükümet ile çoktan görüşüldü. Bu iş biter bitmez ödemeni Safir yapacak ve bilmem ne havaalanına bir araba ile gönderileceksin. Oradan istediğin her yere gidebilirsin ama Lagos’a bir daha asla geri dönmemek şartıyla.”
Şu durumda ona güvenmekten başka şansım yoktu. Aslında istersem kafasına sert bir şeyle vurup onu kaçırmayı deneyebilirdim ancak büyük bir kabalık olur diye düşündüm.
En önemli soruyu sona bırakmıştım.
“Peki, neden Spinoza? Planlar elinizde değil mi? Bulun birilerini Ahad’a yakın sürü insan vardır. Neden ben?”
“Çünkü Ahad’ın en güvenilmez olarak tanıdığı paragöz biri sensin. Para için babanı bile satacağını biliyor ve bu yüzden sana inanmaya meyilli. Ayrıca bir beyazsın.”
“Oldukça kırıcıydı.”
Evet, oldukça kırıcı ve haklıydı. Nijerya’da ayrıca bana yapılan ırkçılık neredeyse beni rahatsız edecek düzeydeydi. Kahvemden büyük bir yudum alıp ayağa kalktım. Testislerim patlayacak gibiydi.
“Nereye gidiyorsun?”
“Tuvalete. Ne dersin bu kıçı kırık yerin tuvaletinde..”
“A hayır kalsın.” Dedi ve devam etti. “Bir yere kaçma yeter.”
“Sensiz mi?”
Ellerimi takımlarıma atıp hızlıca tuvalete koşup işimi gördüm. Ellerimi ve yüzümü yıkadıktan sonra iyice aynaya bakıp kendimi dinlemeye başladım. Son bir buluşma.. Birçok para ile birlikte bu labirentten ve Johari’nin kalbimde bıraktığı işkenceden kurtulacaktım. Hemde bir başbakan gibi özel olarak beni elleriyle götüreceklerdi. Onlara inanmamam yada güvenmemem için hiçbir sebep yoktu. Hem Johari.. Kalbimi 36 yerinden bıçaklayan bir kadın beni sırtımdan bıçaklamak istemezdi. Ona Safir’in hayatı boyunca dokunamayacağı şekilde dokunmuş tüm kötü tecrübelerinden arınana kadar sikmiştim.
Tekrar döndüğümde masada telefonla konuşuyordu. Hiç sesimi çıkarmadan yerime oturup kağıtlara elimi attım ancak bakmama izin vermedi. Kısa süre sonra telefonu kapatıp gözlerimin içine baktı.
“Kabul ediyor musun?”
“Elbette.”
Gülümsedi ve kağıtları bana doğru uzattı. Ben planları incelerken o da telefonun ile oynamaya başladı. Kağıtların her sayfasında yabancı olduğum terimler, şifreler, şemalar çizimler ve enteresan haritalar vardı. Zerre hiçbir sikim anlamıyordum ama ilgileniyormuş gibi yapmayı da ihmal etmiyordum. Hatta bir ara kaşlarımın birini çatıp dudaklarımı büzerek anlamışçasına kafamı salladım.
“Ona kısaca ne diyeceğim. Yani bu planların adı ne?”
“Bacuna Planları”
“Bundan anlayacak mı?”
“Elbette. “
“Onu nereden arayacağım ve hangi mekanda ?”
“Lagos merkezdeki oguntolu caddesi üzerinde Glads adlı bir restoran. 3 saat sonra. Telefonunda şarj var mı?”
Cebimden çıkarıp baktım. Hala biraz vardı. “Evet” dedim. O da telefonu il biraz daha oynayıp bana uzattı. Ahad’nın numarası yazıyordu. Hemen kendi telefonumdan numarayı çevirip arama tuşuna bastım. Çalıyordu. Beşinci de telefon açıldı
“Kimsin?”
Bu Ahad’dan başkası değildi.
“Uzun zaman oldu eski dostum.”
Telefonu ilk açıştaki umursamaz ses bir anda sessizliğe gömüldü. Kısa bir süre sonra ses şaşırmış bir tonla geri geldi.
“Kimsin sen dedim?”
“En yakın beyaz dostun. Ne çabuk unuttun? Arayıp sormasam dönmeyecektin.”
“Spinoza sen misin? Hangi cehennemlerdeydin?”
“Götümü yalamayı kes Ahad. Şu an bir cesetle konuştuğunu ikimizde biliyoruz. Beni öldürtmek istediğinden haberim var.”
“Anlamıyorum.”
“Neyi? Nasıl ölmediğimi mi? Bunu uzun uzun anlatacağım. Bu herifler senden beter orospu çocukları çıktı. Elimde senin isteyeceğin türden bir şey var pek bir bok anlamadım ama aldığım kişi bunu bana vermemek için hayatından olmayı göze aldı.”
“Neyden bahsediyorsun?”
“Bacuna Planları”
“Onların sende işi ne?”
“Telefonda anlatamam. Zamanım yok Safir’in adamları peşimde. Eğer bunları istiyorsan 3 saat sonra benimle Lagos merkezdeki oguntolu caddesi üzerinde Glads adlı restorantta  buluş. Yanında 10 bin naira getir. Sen planları al bende bu ülkeden siktir olup gideyim.”
“Sana nasıl güveneyim?               “
“Planların değerli olduğunu biliyorum Ahad. Seçtiğim yerde oldukça güvenli bölge. Kabul ediyor musun? Kaç adamla geldiğin umurumda değil yeter ki bu cehennemden gitmeme yardım et.”
“Anlaştık. 3 saat sonra görüşürüz.”
Telefonu kapatıp masaya koydum.
“Tamamdır. Hemen yola koyulsam iyi olur. Ancak varırım.”
“Benim arabayla gideceksin. Kamyoneti ben alırım bununla Lagos’a giremezsin.”
“Nasıl istersen.” Ayağa kalktım.
“Bekle birlikte kalkalım.”
Johari çantasını topladıktan sonra telefonumu kendisine alıp kasaya yürüdü. Adam Johari’ye ve memelerine dikkatle bakıp para üstünü elinden geldiğince geciktirdi. En sonunda dışarıyı çıktık. Ayrılma vakti gelmişti.
“Kendine dikkat et Spinoza. Bir hata olmasın. İşini yap ve istediğin olsun.”
“Peki ya istediğim tam olarak bu değilse?”
“Bu olsun.”
Johari ellerini yüzüme götürdü. Parmakları ile suratıma dokunup dudaklarını dudaklarıma yapıştırdı. Bu diğerlerine göre oldukça güzel bir öpücüktü. Halimden memnun bir şekilde onunla sesimi çıkarmadan öpüştüm. Dudaklarını hiç bırakmak istemesem de saat işliyordu. Sanki ağzımdaki çöle son kez yağmur yağmış gibiydi.
“Dikkat et.” Dedi. Arkasına bakmadan yürüyüp kamyonete bindi. Bir erkek gibi çalıştırıp tozu dumana katarak yanımdan ayrıldı. O kadar etkilemişti ki beni yaratmış olduğu toza karşı verdiğim reaksiyonu biraz geciktirmiştim. Ben de Johari’nin bırakmış olduğu küçük Ford arabaya atlayıp Lagos’a doğru direksiyonumu son işime çevirdim.
Bilmem ne adlı büyük bir mekanın içine girdim. Lagos’un bir nevi en gözde mekanlarından biriydi ama ne yazık ki kapalıydı. Ahad sanki bana evlenme teklif edecekmiş gibi bir sürpriz hazırlayarak mekanı kapattırmış kendi adamlarını etrafta dizmişti. Hepsi bana gözlerini dilmiş bakıyordu. İki zenci gelim üzerimi aradı. Tabi ‘üst demeye bin şahit isterdi. Kan, kül ve toprak. Afrika’nın kısaca tüm özetini üzerimde taşıyordum. Üzeri beyaz örtülü lüks masalardan birine oturup konuşmaya başladım.
“Benim için fazla zahmet etmişsiniz. Gelin nerede?”
Adamlar sanki ben hiç konuşmamışım gibi yüzüme bakıyorlardı. Bu sırada içeriye beklediğim kişi girdi. Ahad tüm kötülüğünü getirmiş gibiydi. Etrafındaki tüm adamlar bir anda bakışlarını bu kötülüğe çevirmiş ona saygılarını göstermek için can atıyorlardı. Ahad ayakta durup beni süzdü.
“Gerçekten de bu sensin. Spinoza! Hayattasın dostum!”
“Hala buna devam mı edeceksin?”
Ahad sırıtarak birkaç adım attı ve karşıma oturdu. Yüzündeki sırıtkan ifade sinir bozucu olsa da taviz vermemeye çalışacaktım.
“Hakkını vereyim Ahad, güzel plandı. “
“Bana kızma Spinoza sonuçta karım değilsin.”
“Karın olanı da gördük.”
Ahad’ın yüzü düştü. Biraz sinirlenip masada duran bardaktan birkaç yudum su aldı.
“Karım kahpenin tekiydi. Sorun o değil. Sorun burada ne bok yediğin? Burayı seçmeseydin yanına gelmezdim ama sana bakınca gerçekten muhtaç olduğunu görüyorum. Sanki cehenneme girmişsin ve oradan kaçmışsın gibi.”
“Henüz kaçamadım. Kaçmak için buradayım. “
“Hayatımda gördüğüm en inatçı beyazlardan birisin.”
“Bak yaptıklarını arada bırakıp iyi bir anlaşma istiyorum. Buradan kaçmak için yeterli seviyede para istiyorum. Bir ordu adam peşimde.”
“Söyle bana Spinoza seni öldürmemek için bir sebebim var mı? Elindeki kağıtları alıp senin kafanı burada alabilirim. Buna engel olacak bir şey söyle.”
“Çaresizlik.”
“Anlamadın ne? Bir daha söyler misin? İlk buluşmamızda egodan suratını göremediğim adam bana çaresizlikten mi bahsediyor?”
Masada duran çatallardan birini onun boğazına sokmak için kendimi zor tutuyordum. Ama işimiz bittiğinde onun yüzüne sırıtarak bakmayı çok istediğim için kendime hakim olmak zorundaydım. En azından Leeto’nun hatırına.
Leeto; evinde ölü bulduğum mutsuz domates.
“İnsanlar böyledir Ahad. Krallar bile ölür.”
“Krallar elbette ölür ama sürünmezler. Rezil duruma düşmezler. Sen rezil bir adamsın Spinoza ve saygı duyulmayı hak etmiyorsun. Seni öldüren adamın yanına çaresizce gelip üç beş kuruş için dileniyorsun. Sana saygı duyardım ne istediğini bilen biri olduğun için ama görüyorum ki sen de diğer beyazlar gibi sıkışınca tükürdüğünü yalayan sürüngenlerden farksızmışsın.”
“Daha fazla hakaret dinleyecek miyim? Eğer sonunda paramı vereceksen istediğin kadar beni aşağılayıp egonu tatmin edebilirsin. “
“Burada karşıma geçmiş para dileniyorsun ama hala umursamaz bir adammış havası vermeye çalışıyorsun. Pervasız gibi görünerek havalı olmaya çalışıyorsun. Ama sen katillerin yüz karasısın.”
“Merak ediyorum da Ahad.. Bu aşağılık kompleksi ile nasıl bu kadar saygıyı gördün? Bizim oralarda senin kelleni almadan nasıl sabredebildiler? Bir düşüneyim.. doğru ya sen o sırada beyazların daha beyaz götlerini yalıyordun değil mi? Siyahlar ülkesindeki tek beyaz adamı aşağılamak ancak zayıf karakterli birinin işidir. “
“Sen ırkçı orospu çocuğunun tekisin Spinoza.”
“Daha önce kimse ırkçılıkla suçlamamıştı.”
“Sen..”
“Dur ben devamını getireyim; öncelikle karşında bu kadar çaresiz yaralı ve üstü başı pislik içinde olan bir insana bir şeyler ikram etme nezaketini göstermeni beklerdim.”
Sinirli bakışları tuhaflaştı. Aldırış etmeden devam ettim. Vakit yaklaşıyordu ve gitmeden onu biraz kızdırmak istiyordum aramızdaki bu şeyi kim kimi döver muhabbetine getiriyordum.
“Yalnız başına çalışan özellikle söylüyorum ‘Beyaz’ bir adama iş verdin. Bu işlerin hepsini harfiyen başarılı şekilde yerine getirdim. Ardından büyük bir kepazelik yaparak bu adamın arkasından kuyu kazdın. En yakın arkadaşıyla irtibata geçtin ve en büyük düşmanının yanına resmen ölüme gönderdin. Ardından bu beyaz adam yani karşında duran ben; onların elinden kaçıp ülke değiştirmek uğuruna tekrardan kaşına dikildim. Hatta öyle bir karşına dikildim ki seni ayağıma kadar bu kadar adamla getirtebilme cüretinde bulundum. Karşımdasın Ahad. Tam karşımda çok güçlü bir adammış gibi konuşuyorsun ama hala yalnız ve çaresiz bir beyaz adama boyun eğiyorsun. Buraya ayağıma kadar geldin çünkü hala benden iyi değilsin.”
Ahad büyük bir sinirle iki elini masaya vurarak adeta kükredi.
“Sen buna nasıl cüret edebilirsin! Şu etrafına bak! Bu adamların hepsi benim! Anlayabiliyor musun? Hepsi tek bir hareketimle seni delik deşik ederler! Bu gücü elde edebilir misin? Seni orospu çocuğu hangi cüretle benimle böyle konuşursun? Bu sefil halinle bu ne cesaret böyle!?”
Arkama yaslandım ve kendinden geçmiş olan Ahad’a baktım. Bir anda karşımda böyle bir adam yaratmayı başarmıştım. Güldüm. Ardından kahkaha attım. Daha çok sinirlenmiş bana bakıyordu. Ben gülerken adamlarından biri kafamı tutup masaya hızlıca vurdu. Canım çok yanmış kafamın içi adeta zonklamıştı. Gülmeye yine de devam ettim.
“Pekala, sana gerçeği anlatacağım” gülmeye hala devam ediyordum. Çünkü az sonra ona gerçeği anlatarak hayatımı kurtarmayı hedefleyecektim.
“Neyi anlatacaksın? Buradan artık sadece cesedin çıkar.”
“Beni buraya kaltak karın ve eşi Safir yolladı.”
Ahad önce duraksadı. Ardından bu kez kendisi gülmeye başladı.
“Buradan kurtulmak için en son bunu mu uydurdun? “
“O villadan nasıl kaçacağımı düşünüyorsun? Elrich ismini nereden bildiğimi sanıyorsun?               “
“Elrich mi? O kampta..”
“Elrich bendim Ahad. Dünkü kamp baskının başrolü bendim. Bunları nereden biliyorum sence? Bu kadar plan nasıl elime geçebildi? Hiç düşündün mü? Lanet Elrich denen mühendisi nereden tanıyayım?”
Ahad oturduğu yere çakılmıştı. Suratı buz kesmiş yüzümün sol tarafına bakıyordu. Elleri masada hareketsiz şekilde durmuştu.  Eğer ünlü bir ressama portresini çizdirmek isteseydi tam sırasıydı.
“Bu kadar şeyi nasıl? Neden?”
“Yeni bir anlaşmaya var mısın?”
Bu sırada Ahad’ın arkasında bekleyen birkaç adamın ellerine palalarını ve bıçaklarını aldığını gördüm. Bunun anlamı artık zamanı gelmişti. Gözümü diğer adamlara çevirip baktım. Safir’in adamları silahlarını yavaş yavaş ellerinde hazır ediyordu. Bu sırada artık her şeyi yıkılmış olan Ahad oturduğu yerde düşünmeye çalışıyordu. Gözlerine büyük bir zevk ile baktım. Bir insanın ihanete uğraması bana hiç bu kadar keyif vermemişti.
O sırada bir anda adamlar harekete geçti. Palalı ve bıçaklı adamlar Ahad’ın adamlarını birden doğramaya başladı. Ahad bir anda irkildi. Onunla birlikte ayağa kalktım. Karışıklıkta ne olduğunu anlamayan Ahad kaçmak istedi ama her şey onun için çok geçti. İzin verseydi Johari onu şuracıkta bir çatalla öldürebilirdim. Ama yapabildiğim tek şey kaçmasına engel olmak için burnuna attığım kafaydı. Aldığı darbe ile muhakkak burnu kırılan Ahad sırtüstü masaya yapışmıştı. Siyah suratı burnundan gelen kanın etkisiyle yavaş yavaş kırmızıya boyanıyordu.  Hemen etrafıma baktığım da ise Safir’in adamları çoktan ortalığı kan gölüne çevirmişlerdi. Kalanlar ise rehine olarak teslim olmayı kabul etmişlerdi. Kalan vaktimi Ahad ile konuşmakla geçirdim.
“Güçlü olduğunu sanıyorsun Ahad. Ama güçlü değilsin. Aç gözlü insanlar asla güçlü olamazlar. Sırf daha fazla kazanmak için bir beyazın ayağına kadar geldin. İhaneti hak ediyorsun.”
Safir’in adamları palalarını Ahad’ın boğazına dayamışlardı. Ben ise sadece etrafıma bakınıyordum. Hakkını vermek gerekli  Safir gerçekten zeki ve sözünün eri biriydi. Şu ana kadar yaptığı tüm planlar işledi. Tabi ayakta duran beyaz adamın da bu işe katkısı oldukça fazlaydı.
İçeriye Safir ve Johari ile birlikte birçok asker ve polis doluştu. Johari çok ciddi bakıyordu. Safir ise yüzünde bir zafer sarhoşluğu gülümsemesi ile Ahad’ın yanına yaklaşıp adamlarına emir verdi.
“Tutuklayın şu herifi. Dışarıdaki kalabalık ve kameralara güzel bir şov yapalım.”
İki tane asker ve bir polis Ahad’a  kelepçelerini takıp zar zor yürütmeye başladı. Safir onları durdurdu ve Ahad’ın suratına sert bir yumruk geçirdi.
“Böyle daha iyi görünüyorsun.” Dedi. Asker ve polisler Ahad’ın koluna girip onu dışarıya çıkardılar. Bu sırada ben hemen gözlerimi sert kadınıma yani Johari’ye çevirmiştim. Yüzündeki resmi surat ifadesi hiç değişmiyordu.  Onu hiç göremeyecek olmam beni öldürse de son bir kez gözlerine bakmak istiyordum. Ama Safir bu isteğimi böldü.
“Açıkçası senden beklemediğim derecede çok iyi işler başardın. İnkar etmek istemiyorum senden çok iyi bir asker olurdu.”
“Askerlik bana göre değil. Sanırım bana ayrılan sürenin sonuna geldik.”
“Anlamadım?”
“Konuştuklarımız?”
“Ah evet.. Onlar. Bir an unutmuşum .
“Ne zaman gidiyorum?”
“Şimdi”
Safir kaşlarını kaldırarak arkasını döndü ve kapıya doğru yürüdü. Bu sarada ben fırsattan istifade yine gözlerimi Johari’ye çevirdim. Johari’nin gözleri de bana bakıyordu ama bakışları çelik gibiydi. Onu ilk gördüğüm andan beri ilk kez bana bu kadar sert, resmi ve nefret dolu bakıyordu. En sonunda dudakları oynadı. Ve ben öldüm.
“Tutuklayın onu.”
Tüm beyin hücrelerim buz kesmiş gibiydi. Geçici bir aptallık mı yaşıyordum yoksa ihanetin acısını mı hissediyordum anlayamamıştım. Bakışlarımı aptal gibi Johari’nin gözlerinden ayıramıyordum. Ben şoka girmişken ayağıma atılan çelme ile yüzüstü yere düşmüştüm. Birisi elleri ile kafamı yere bastırıyor başka birisi ellerimi sırtımda birleştirip kelepçe takıyordu. Kelepçenin tüm esaretinin soğukluğunu bileklerimde hissedebiliyordum. Benim gözlerim ise hala Johari’nin gözlerini arıyordu. Ama sadece sesi vardı. Lanet olası zehir akıtan sesi!
“Bay Spinoza, Safwat Mahmuodi adlı ticaret adamını hiç yoktan öldürmekten devlete karşı gelen bir vatan haininin tetikçiliğini yapmaktan ve birçok masum insanı öldürmekten dolayı Nijerya Cumhuriyetinin bana verdiği yetkiye dayanarak sizi tutukluyorum. Ömür boyu hapis ve idam cezaları ile yargılanacaksınız. Sessiz kalma hakkına sahipsiniz.”
Bu cümleleri kalbimi tutuşturan bir kadından duyacağım yaşamım boyunca aklımın ucundan dahi geçmezdi. İki asker beni ayağa kaldırdı.
“Böyle anlaşmamıştık” dedim tüm ezikliğim ve aptallığım ile. Johari ise hiç tavrını bozmadı.
“Biz katilleri serbest bırakmayız Spinoza.  Sadece onları diğer katilleri yakalamak için kullanırız. Hapiste sana mutluluklar tabi idam edilmezsen. “
Sanki tüm tanrılar beni götümden sikiyor, Zeus’un şimşeğini kıçımda hissediyordum.  Odin’nin babalık merhametine muhtaç şekilde dizlerimin üzerine çökmüş şeytanın tüm kötülüğünü yüzüme boşaltmasının acı şekilde keyfini çıkarıyordum. İnsanoğlu’nun en büyük düşmanı insandı ve birilerine güvenen insanlar sonunda aptal olarak en büyük damgayı yerdi ve ben şimdi o aptal insanlar listesinin en tepesindeydim. Hazin sonumu en ön sıradan dramatik şekilde izliyor sesimi dahi çıkaramıyordum.
Bir anda onun gözlerine bakmak istedim. Her ne kadar canım yanıyor olsa da son bir kez o çelik bakışların arasında bana olan sevgisini görmek istiyordum.  Tanrılar aşkına ne kadar da acınası! Yine de gözlerimi onun gözlerine iliştirdim. Bir katile bakamayacak kadar güzel gözleri vardı.  Evet, güzellerdi fakat bir orospunun ihanetine karşılık benim onurlu gözlerim durumu eşitliyordu. Gözlerinde en ufak bir iyi niyet yoktu. Bakışları ölü bir bedenden farksızdı. Bir şeyler söylemek istiyordum. İçimde sıkışan bu gerçeği ve esaret altına girecek tüm ruhumu düşünmeye başlamadan bir şeyler söylemek istiyordum ama ona söyleyecek sözlerimden çok canını almak için sıkmam gereken kurşunlarım vardı. O acımasız taş kalbini bilmem kaç santimlik mermilerim ile delip geçmek istiyordum. Kitaplarda da bu yazmaz mıydı zaten? Bir katil konuşmaktan çok işini yapardı ama bir insanı konuşarak da öldürebilirdiniz. Aynı şu anda karşımda duran Johari’nin yaptığı gibi. Afrika’nın en değerli elmaslarından bile pahalı ışıldayan gözleri ve kendisini bir sürtük gibi gösteren makyajı ile karşımda nefesimi kesen bir kadın sıradan bir cümlenin her kelimesinde beni defalarca öldürmeyi başarmıştı. 
Gözlerine yine de bakarak kapıya doğru yürüdüm. Bana kapıyı Safir’ açacaktı ancak biraz bekledi ve gözlerimin içine alaycı bir tavırla baktı. Ona ‘Karını siktim! Defalarca içine girdim! Ve her bağırışında seninle olmanın pişmanlığı vardı!’ diyebilirdim. Ama hiçbir şey söylemedim. Karısını en büyük düşmanını ekarte etmek için onun altına atan adam çok rahatlıkla benim de altıma atardı. Bu yüzden ona söyleceğim hiçbir sözün pek bir anlamı yoktu. Aslında sadece kendime söyleyebileceğim bazı sözlerim vardı. Bu sözleri yanımda iki askerle birlikte kameralarla dolu kalabalığın arasından kelepçeler ile söylüyordum kendime.
‘İnsanlara teslim olurken hep insan olduklarını unutuyordum. İnsanın başına gelen en kötü şey insan ve tanrılar insanı öldürürken insanı kullanıp ardından yine insanı suçlayacak kadar acımasızlardı. ‘ Ve ben o tanrıların dalga geçtiği bir oyuncaktan başka bir şey değildim. Artık zamanım Zeus’un beni affedip Pandora’nın kutusundan çıkarmasını beklemek olacaktı. Her zaman yaptığım hatayı bir kez daha yapmıştım. Hikayedeki Zeus olmak yerine her zaman başka biri olmayı seçtim. Bir gün Pandora’nın kutusuna gireceğimi biliyordum. Aptaldım. Artık Johari’nin kutusunda tüm çirkinliğimle çürüyecektim.
Zırhlı minibüsün kapısı açıldı ve içeriye girdim. Minibüsün içinde yığınla asker bizi teslim etmek için bekliyordu. Tam karşımda az önce burnunu kırdığım Ahad oturuyordu ve beni görünce normal olarak gülmeye başlamıştı. Bir minibüste Siyah ve Beyaz, sırtlarında ihanet yarası ile esarete gidiyorlardı. Birisini hırsı diğerini ise sevdiğini sandığı kadın yaralamıştı. .
Hava iyice kapandı ve Lagos’un çekilmez yeryüzüne yağmur damlaları düştü. Ben yine de son bir kez o kadını hatırladım;

Johari.. Ben güzel kaltak sevgilim.


-SON-

4 Eylül 2015 Cuma

-Bölüm 5- İki Damla Katliam (Günce Kısım 1)

Çadırların arasından sessiz yürüyüşümüzü devam ettirirken birçok askeri araç gözüme çarpıyordu. Kampın güney kanadı sınıra baktığı için kaçış yolu olarak belirlenmişti. Bu yüzden iyice incelemek istedim. En sonunda bir asker bozuntusu Babuka’nın yanına geldi.
“Yüzbaşı kapıda 2 adam var.”
Babuka bana baktı. Ardından gözlerini yeniden adamına dikti.
“Kimler?”
“Elrich adında birinin gönderdiğini söylediler. Aradık onları ellerindeki çantayı teslim ettiler onun haricinde tamamen silahsızlar.”
“Çantada ne var?”
“Bir tür silah efendim ama bu zamana kadar görmediğim türdendi.”
“Anlaşıldı. Hepsini benim çadıra getir. Adamları da.”
Hayatımda hiç görmediğim iki zenci ve yine nasıl kullanacağımı bile bilmediğim bir silah ile Babuka’nın çadırında sınav verecektim. Benim için işler daha önce de kötüleşmişti ancak bu bana biraz gerilim filmini hatırlatıyor gibiydi.
Kısa bir yürüyüşün ardından çadıra vardık. Babuka büyük bir merakla silahın içinde olduğu çantayı açıp silahı çıkardı. Biraz inceledi ve eli ile tarttı.
“Şu silahı cephaneliğe götürün.”
Beklediğimden daha az meraklı olması beni bir derece daha dehşete düşürmüştü. Babuka adamlarına döndü kaşları ile adeta emir verdi. Askerler silahsız iki adamı bir anda diz üstü çökertip ceplerinden çıkardıkları tabancaları kafalarına dayadılar. Şaşkına dönmüştüm.  Babuka ise sadece gülümsüyordu. Çadırın içinde volta atmaya başladı. Bana her volta atışında gülümseyerek bakıyordu. En sonunda konuşmak için zahmette bulundu.
“Elrich.. Bu dünyada en çok beyazlara güvenmem. Sen de bir beyaz olmana rağmen şansını çok zorladın. Şimdi bana doğruları anlat. Burada ne haltlar dönüyor?”
Biraz yutkunmuştum. Diyecek bir şeyim henüz yoktu. Ama konuşmasam işler kötüye gidebilirdi.
“Neden bahsettiğinizi anlamıyorum yüzbaşı ve adamlarım neden bu muameleyi görüyor? Silahsızlar oysaki.” Adamlar umurumda değildi. Onu bu şekilde kandırabileceğimi düşündüm.
“Elrich.. Yeniden soruyorum. Burada ne haltlar dönüyor?”
“Bu konuşmayı ne kadar sürdürebiliriz bilmiyorum ama ben sadece işimi yapıyorum.”
Elrich biraz köpürdükten sonra rehinelerine geçecekti. Eğer adamlar bir bok biliyorsa ötme ihtimalleri çok yüksek olacaktı. Bu yüzden büyük bir kumar oynamıştım. Şu aralar fazlasıyla kumar oynuyordum.
“Bu kadar kısa zamanda iki silahsız zenci hangi kamptan geldi? Yoksa İbrahim bu iki salağı gökten mi yolladı? Bir sürü bölge taramamız halinde. Ve bu yakınlarda bizden habersiz kuş uçmaz. Şimdi tekrar soruyorum aşağılık herif burada ne dolaplar dönüyor?”
Ona vereceğim cevaplar kalmamıştı. Tamamen haklıydı ve konuyu nasıl döndüreceğimi bilmiyordum. Safir ne planlıyorsa derhal uygulamalıydı.
“Bilmiyorum Babuk..” sözümü kesti.
“Pekâlâ şimdide şu muhteşem ikiliyi test edelim.” Babuka çadırına astığı palayı kılıfından çıkarıp ilk zencinin önünde durdu.
“Şimdi bay hiç kimse bu adamı tanıyor musun?”
Rehine bana bakıp kafasını salladı.
“Adı ne?”
Biraz çekindi ve ardından oldukça kısık bir sesle devam etti.
“Elrich.”
Babuka bir anda duraksadı ve ani bir hareketle palasını rehinenin kulağına salladı. Tek vuruşta zencinin kulağı başından ayrıldı ve kanlar fışkırmaya başladı. Babuka çok sinirliydi. Yerde çığlık atarak debelenen adama bağırmaya başladı.
“Sana gerçek adını sordum orospu çocuğu! Cevap ver bu sikik beyazın gerçek adı ne!”
“Bilmiyorum!” ağzından çıkan tek kelime bu olmuştu. Safir akıllıca bir hareket yaparak ismimi söylememişti. Bu beni oldukça onure etmişti. En azından bana değer veriyordu.
Babuka el hareketi ile askerlerine onu ayağa kaldırmalarını söyledi. Palayı aldı ve diğer rehineye döndü.
“Bu arkadaşına yapacaklarım az sonra seninle yapacağımız sohbete referans olsun”
Ve palayı kulağı kesik zencinin boynuna doğru salladı. İlk vuruşta kafasının çoğu gövdesinden ayrılmış olsa da tamamen bırakmamıştı. Ardından ikinci vuruşla zencinin kafasını tamamen uçurmuş oldu. Sıra ikinci rehineye gelmiş. Palasının üzerindeki kanı rehinenin eskimiş gömleğine sürdü ve konuşmaya başladı.
“Devam et.” Dedi.
“Yemin ederim bize adı Elrich diye söylendi. Başka hiçbir bilgi verilmedi. Zaten bize bilgi vermezler”
İlk zenci sadık olsa da ikincisi pek öyle değildi. İlki sadık bir köpek gibi ölmüştü. Bu adam ise haysiyetsiz bir sırtlan gibi ölecekti. Kelimelerin kendisini kurtarabileceğini sanıyordu. Ama bildiği şeyi anlattıktan sonra diğerinden farkı kalmayacaktı.
“Yani bu adamı tanımıyorsun normalde?”
“Hayır! Sadece silahı teslim edeceğimizi kamptaki tek beyazın Elrich adında birinin olduğunu söylediler. İlk kez bu adamı görüyorum. Lütfen bana zarar vermeyin kampınıza katılırım istediğinizi yaparım lütfen.”
“Kim peki!? Kim yolladı sizi? “
“Safir. Safir’in adamları bize bilgiyi verdi”
Babuka gülümsedi ve araya girdi.
“Buralar bizim. Safir’in Abuja’dan buraya kadar gelmesi imkânsız.”
“Buradalar. Burnunun dibindeler. Buraya bu kadar kısa mesafede nasıl geldim sanıyorsunuz? İstersen ona sor”
Babuka bir anda buz kesti. Palası önce elinde gevşedi ve ardından zencinin boğazına götürerek beni tehdit etti.
“Konuş!Doğru mu söylüyor kimsin sen!?”
“O palayı indir Babuka konuşsam da bu köstebeği her türlü öldüreceğini biliyorum.”
Babuka tüm dişlerini sıkarak sinirden kudurdu ve zencinin boğazını kesti. Ne olduğunu anlamayan adam kimsenin umursamadığı bir yerde can çekişerek son nefesini verdi. Babuka ise bu kez palayı boğazıma tuttu.
“Konuşacaksın!”
“Şu an bir asker gibi davranamıyorsun. Düşmanların dibinde. İstersen tüm bildiklerimi anlatabilirim ama önce kampın güvenliğini sağlamalısın”
“Bana işimi öğretme! Kimsin sen!?”
Ve o ses.. Bu sesi en son 22 yaşımdayken bir bardan çıkarken duymuştum. Tüm Afrika’yı uykusundan uyandıracak kadar yüksek tüm insanları yakacak kadar büyük bir ateş. İlk başta büyük bir deprem sandım ama daha fazlası olmalıydı. Ses ağaçların gövdelerini delmiş sanki atmosfere kadar duyulmuştu. Sarsıntı ile Babuka’yı itmeye çalışırken bir anda kendimi az önce boğazı kesilen adamın ölü gözleri ile yerde bakışırken buldum. Tuzlu topraktan kafamı kaldırdığımda büyük bir yangın ve suratının yarısı yanan Babuka’nın oradan oraya koşuşmasını görüyordum. Kulaklarım kimseyi duymuyordu. Gözlerim bulanmaya başlıyor görüntü titriyordu. Kafamı yeniden toprağa gömüp ölü adamla bakıştım. Gözlerimi açıp kapadıktan sonra görüntü iyileşmeye başladı. Kulaklarım yavaş yavaş bulanık sesler duymaya başladı. Saniyeler geçtikçe sesler biraz daha netleşiyordu. Çığlıklar, bağırtılar anlam veremediğim ağıtlar. Toprakta biraz süründükten sonra silah sesleri kulağıma artık çok net gelmeye başlamıştı. Yere düşen adamlardan birinin orta boyutlarda olan bıçağını kılıfından çıkardım. Bıçağın şeklini hala tanımlayamıyordum. Yerdeki adamlar henüz ne olduğunun farkında değildi.
Ayağa zar zor kalktım oksijen yerine yüklü miktarda karbon monoksit aldığımı fark ettim. Hala olaylar tam kavrayamamıştım. Aklımda olan tek şey Babuka’yı öldürüp güney bölgesindeki araçlardan birine atlayıp buradan toz olmak. Tabi araç namına bir şeyler kaldıysa.
Yüzüne toprağa gömerek ateşi söndürmeye çalışan Babuka’nın suratı patlama esnasında onu iterken yüzünün gaz lambasına çarpması sonucu olduğunu düşünüyordum. O ayağa kalkar kalkmaz sırtına elimde bıçağı son gücümle sapladım. Aynı bir ayı gibi hönkürmeye başladı. Tüm vücudu anormal şekilde dikleşti. Ardından elinin tersiyle suratıma sert bir tokat geçirdi. Tokadın etkisi ile kendimi yerde bulsam da hemen ayaklandım. Bıçak sanki Babuka’yı öldürmek yerine daha da güçlendirmişti. Hemen ayağa kalkmaya çalıştım. Bu sırada Babuka mantıksız hareket ediyordu. Cebindeki tabancasını çıkarmak yerine yerdeki palasını aldı ve üzerime yürümeye başladı. Gözlerinden beni öldürmek için can attığını anlayabiliyordum.  Yarısı yanmış suratı büyük dişleri ve kalıbıyla adeta bir canavarı andırıyordu.  Tüm gücüyle palayı kafama doğru salladı. Hızlı bir hareketle paladan kaçtım. Ardından yeniden salladı. Yeniden ve yeniden.  Boşluğunu bulup palayı kullandığı eline yapışıp dizimle birkaç vuruş yaparak palayı bırakmasını sağladım. Ama Babuka duyduğu acıdan dolayı hiçbir şeyi düşünmüyordu ve niyeti de yoktu. Tek eli ile boğazımı tutup ayağıma büyük bir çelme takarak beni yere düşürdü. Ardından iki eli ile boğazıma sarılıp beni boğmaya çalıştı. Nefesinin ve yanmış dersinin kokusunu duyabiliyordum. Yüzünün sol tarafından pörtlemiş gözü sinirden kıpkırmızı olmuştu. Nefes alamıyordum. Tek yapabildiğim ellerinin arasında nefessizlikten kıvranmaktı.  En sonunda kılıfından çıkarmadığı silahı aklıma geldi. Elimle önce göt cebini ardından yan cepleri yokladım. Silahı buldum ve bedenin herhangi bir yerine ateş ettim. Etki etmemişti. Ardından kendime doğru çekip Babuka’nın göğüsüne üst üste ateş etmeye başladım.
 11 mermiyi tüm vücuduna boca ettikten sonra elleri gevşedi. Gözleri biraz daha büyümeye başladı ve ağzından akan kan yüzüme bocalanmaya başladı. En sonunda elleri tamamen işlevini yitirdi ve Babuka’nın ölü vücudu üzerime devrildi. Bu dev canavarın vücudu altında nefes almaya çalışıyordum. Bu kez beni kurtaran kendim değil insanoğlunun acıya vermiş olduğu zekâsıydı. Ölüm anında canınız yanmıyorsa düşünebilirdiniz ancak canınız yanıyorsa yapmamanız gereken şeyleri bile yapabiliyordunuz. Babuka’nın çektiği acıdan ötürü tabancasını unutması onun ölümünü benim ise hayatta kalmamamı sağlamıştı.
Yüzbaşı’nın ölü bedenini üzerimden büyük bir zorlukla atıp ayağa kalktım. Biraz sendeledim ve öksürmeye başladım. Boğazım sıkıldığı için olabilirdi ancak geceyi saran duman Babuka’nın ellerinden neredeyse daha fazla etki ediyor gibiydi. Etrafıma bakındım hala silah sesleri durmamış insanlar kaçışıyor ve ölüyorlardı. 200 kişilik kamp cehenneme dönmüştü. Sendeleyerek güney kısmına doğru koşmaya başladım. Bu benim son işim olabilirdi o yüzden kimseye güvenmeden arkadaki araçlara doğru koşmaya başladım. İnsanların üzerine basarak kimseyi görmeden ilk bulduğum kamyonete atladım. Kamyonetin kapısı açıktı ve kontağı çevirmek isteyen bir asker önden gelen kurşun ile oturduğu yerde can vermişti. Askerin ölü bedenini kamyonetin dışına atıp kapıyı kapattım. Kontağı çevirdim ve ilk çevirişimde çalıştı. Bu bana Wrangler’ımın bir yerlerde benim için üzüldüğünü anımsattı. Bu biraz içimi dağlasa da gaza basıp toprak patika yoldan sürmeye devam ettim.
Cehennemden biraz uzaklaştıktan sonra kamyonetin camını açıp öksürmeye başladım. Sanki bir paket sigaranın dumanını aynı anda çekmiş gibiydim. Orada kül olan insanların vücutlarını düşünemiyordum bile… Safir’in bana mesajda tüm kampı öldür derken anlatmak istediği buymuş. Tek amacı içine küçük bir patlayıcı yerleştirdiği bir silahı içeriye sokmakmış. Küçük bir patlayıcı koca bir kampı yok edecekse eğer patlaması gereken en doğru yer kesinlikle cephanelikti. Cephaneliğe girmesi için de önceden ayarlanmış bir mühendise ihtiyacı vardı. O da Elrich’den başkası değildi. Onun yerine sağlam bir beyaz adam koymalıydı ve ben tam aradığı kişiydim. Safir’in bu zekice planı ve tüm kampı ateşle katletmesi içinde bir şeytan olduğunun kanıtıydı.
Bunları düşünürken öksürüklerimin eşliğinde cebimde bir şeylerin titrediğini hissettim. Telefon hala cebimde kalmıştı hemen cevap verdim.
“Yaşıyor musun?”
Birkaç öksürüğün ardından konuşmaya başladım.
“Olduğu kadar.”
“Yaşadığına sevindim. Neredesin şimdi?”
“Bilmiyorum. Hiçbir şey bilmiyorum. Sadece sürüyorum.”
“Çok iyi iş çıkardın Spinoza. İbadan bölgesi de çöktü. Artık Ahad neredeyse yalnız kaldı.”
“Kimseyi düşünecek halde değilim.”
“Düşünmelisin. Bu iş bittiğinde elini kolunu sallayarak ülke dışına çıkacaksın. Hemde istediğin parayı kazanmış olacaksın. Sadece bir adım kaldı. “
Biraz düşündüm ve biraz da öksürdüm. Ardından devam ettim.
“Anlat.”
Şu an ilerlediğin toprak yol A1 karayoluna çıkar oradan Osogbo yoluna ardından da direk İbadan’a çık. Orada belirlediğim bir mekânı mesaj atacağım. Detayları sana adamımız bildirecek. Ardından işe koyulacağız.
“Bu telefonun şarjı biterse ne olacak?”
“Bir yerlerden şarj et. Soluklanmak için durduğun yerlerden birinde muhakkak vardır.”
“Sikimden geleni yaparım.”
Son cümlemden sonra biraz durdu. Belki de böyle kötü bir durumdayken bile onun sinirlerini bozabilecek espiriler yapmama bozulmuştu.
“Yarın görüşürüz Spinoza.”

Telefonu yüzüme kapattı. Ve bende sonunda doğa ananın yolundan çıkıp insanoğlunun yaptığı asfalta çıkmayı başarmıştım. 

2 Eylül 2015 Çarşamba

-Bölüm 5- İki Damla Katliam

A1 karayolu üzerindeki Ilorin bölgesine araba ile yaptığımız rahatsız edici bir yolculuğun ardından arabalardan inip yürümeye başladık. Ormanın neredeyse tam ortasından bulunan etrafı dikenli teller ile çevrili büyük çadırların olduğu askeri bir kampa vardığımızda kapıda adamlar koşarak üzerimize doğru geldi. İki adam beni aradıktan sonra kampın içine doğru yürüdük.  Çadırların ve sıcak havanın eşliğinde sararmış otların arasından sonunda büyük bir çadıra varmıştık. Masada elinde sigarası ile oturmuş ve sadece kafasının ortasında saç olan iri yarı bir zenci tüm dünyadan iğrenirmişçesine etrafına bakıyordu. En sonunda suratını bana çevirip aşağılan bakışlarını üzerimden eksik etmedi.
“Kimsin sen?” dedi kaba bir ses tonuyla
“Michael Jackson”
“Bir kez daha soracağım aynı cevabı verirsen seni moonwalk yapamadığın için vuracağım”
“Anladığım kadarıyla biraz kültürlüsün.”
Biraz daha tadı kaçtı ve ayağa kalkarak elleri ile masaya dayandı
“Bak burada..” sözünü kestim
“Evet evet anladım tek otorite sensin ve diğer egoist sözler. Kusura bakma eğer kim olduğumu bilmeseydin içeriye elimi kolumu sallaya sallaya girmezdim. Asıl sonu sen kimsin anladığım kadarıyla Ahad sen değilsin.”
“Adım Babuka”
“Babuka mı? Gerçekten mi?”
“Şaka yapar gibi bir surat ifadem mi var?”
“Afrika’da yeniyim özür dilerim fantastik isimlere pek alışmadım.”
Biraz turist taklidi yapmak fena olmaz diye düşünmüştüm fakat bu onu daha çok kızdırdı. Babuka adındaki bu sürünün çobanı yanıma yaklaştı ve soğuk bakışlarını üzerime dikti.
“Umarım işin iyidir yoksa bu kapanmayan çenen yüzünden senin derini bizzat kendim yüzeceğim.”
“Ağzınız kokuyor”
“Bu sabah bir bardak dolusu kan içtim belki de ondandır”
“Pekala pekala daha fazla ortalık gerilsin istemiyorum adım bildiğin üzere Elrich. Burada olmaktan bayılmıyorum ortalığı yumuşatmak istedim ama oldukça sıkıntılı birine benziyor gibisiniz.”
“İşimiz oldukça acil bu yüzden cephaneliği kontrol et”
“Uzun bir yoldan geldim bay..”
“Bay değilim. Yüzbaşı. Yüzbaşı Babuka.”
Yüzbaşı Babuka beni daha çok güldürdüğü için yüzümden gizleyemedim ve gülmeye başladım. Babuka daha kızgın bir şekilde yüzüme baktı.
“Götürün şunu buradan! Aşağılık orospu çocuğu!”
İki adam beni kollarımdan tutup dışarıya çıkardı. Kel olanla hemen muhataba geçtim
“Nereye gidiyoruz?”
“Seni çadırına götürüyoruz. 1-2 saat dinlen yemeğinde gelecek sonra işimize bakmak için seni çağıracağız.”
“Yüzbaşınız çok asabi.”
“Senin de çenen çok düşük. İdare etsen iyi olur yoksa Ahad falan dinlemeyecektir.”
“İnan bana siyah dostum. Dinleyecektir.”
Dar bir çadırın içinde üzerinde türlü pisliğin bulunduğu rahatsız bir yatağa uzandım. Cebimden telefonu çıkarıp mesaj yazmaya koyuldum
‘İçerideyim. Ne yapacağım? Hedef Babuka mı?’
Yaklaşık 2 dakika bekledikten sonra cevap gecikmedi.
‘Bütün kamp’
Ekrana kısa süre baktıktan sonra telefonu göğsüme koyup ellerimi kafamın arkasına koyarak çadırın eskimi tavanına baktım. Bir kiralık katil askeri bir kampı tek başına nasıl yakabilirdi. Belki hayatlar iki kişilikti fakat ben tek kişiliğim. Ne ben o abartılı Amerikan filmlerindeki adamdım nede buradakiler aptaldı. Buraya gelirken belki 30 tane çadır saymıştım. Kiralık bir katilden seri katil olmasını beklersiniz bu doğru ancak prensipleri olan bir adamdan seri katil olmasını beklemeniz oldukça imkansıza yakındı. Ancak kesinlikle imkansız değildi. Ben bunları düşünürken göğsüm tekrar titredi.
‘Orda mısın?’
‘Düşünüyordum’
‘Henüz ortada hiçbir şey yokken neyi düşünüyorsun? Ne kadar vaktin var?’
‘2 saat.’
‘Onları biraz oyala ardından yeni bir silahtan bahset. Sana birkaç adamla birlikte silahı göndereceğiz’
‘Bu silahın özelliklere neler?’
‘Hafif bir makineli de ağır makineli görevi sağlayan bir silah. Alaşım bakır bir şeyler salla. Başladığında korunduğundan emin ol. Büyük ihtimal seni götürecekler.’
‘Ne başladığında?’
‘Savaş.’
Saatler sonra burada her şeyin artık eskisi gibi olmayacağını anlamıştık ama ne savaşı? Burada sadece kendimin olduğunu düşünüyordum ama yanılıyor gibiydim. Ayağa kalkıp telefonu yanıma aldım. Çadırımdan çıkıp ağır adımlarla etrafımdaki koşturmacayı çözümlemeye çalıştım.
“Hey ne oluyor?”
“Direnişçi pislikler tüm sınırı ele geçirmişler!”
Plan anlaşılmıştı. Safir ve destek ordusu Boko Haram’a karşıt olarak bir iç savaş başlatmıştı. Burası büyük bir cephanelikti ve burayı ele geçirmesi an meselesi olabilirdi. Ancak iki ateş arasında benim rolüm ne olacaktı? İşte kafamda şuan oluşan bir diğer soru işareti buydu.
Babuka kızgın sesiyle kampa bağırıyor ve onları sakin olması için uyarıyordu. Kızgın bakışların ardından hızlı adımlar ile yanıma geldi.
“Yemeğin iptal oldu. 10 dakika sonra çadırından çık ve benim çadırımın oraya gel. Şu silahlara bakalım.”
Kafamı sallayıp çadıra döndüm. Yanıma alacağım pek bir şey olmadığı için 10 dakika boyunca angut gibi oturup ardından çadıra yöneldim.
“Ne oluyor burada yüzbaşı bu telaş nedir?”
“Sadece önlem.”
“Neyin önlemi?”
“Bir isyancı iç savaş başlatmış. Boko Haram için geliyor.”
“Ama siz Boko Haram değilsiniz değil mi?”
“Hayır biz hükümetin onlara destek verdiği tarafız yani doğru yolda olanlardan. Sen de doğru yolda mısın?”
“Bazen doğru sandığımız yolların sonu çıkmaza çıkar”
“Sanmak bir yüzbaşına göre değildir. Beyazlar sanar siyahlar yapar.”
“O yüzden mi silahlarınızın sağlığı için 200 kişilik kampta bir tek beyaz adam yardımcı olabiliyor?”
“Zekisin ama çenen çok düşük. Benimle cephaneliğe yürü”
Babuka yanına iki adam alıp hızlı adımlarla çadırları geçti ve çitalar ile desteklenmiş büyük bir kulübeden bozma yapının önünde durdu. Burası cephanelik olmalıydı. Kapıda iki zenci nöbet ellerinde AK-47’ler ile nöbet tutuyordu. Eline yanındaki adamlardan gaz lambası alarak nöbetçileri tek el hareketi ile köşeye alarak içeriye girdi.
“Hey beyaz! İçeri.”
Kapının önünde neden aptal gibi beklediğime anlam verememiştim. Bir anda ayıkarak içeriye girdim. Oldukça ağır ve nefesi kesen bir koku tüm kulübeyi sarmıştı. Etrafta oldukça fazla silah el bombaları ve roketatarlar mevcuttu. Hemen kafamı İsrail malı Uzilere çevirdim ve elime bir tanesini alarak şarjörünü çıkardım.  Bu sırada Babuka bana baktı
“Uziler çerez. Daha büyük şeylere bakarsın diye umardım”
“Hafif makineliler buranın işi değil yüzbaşı. Gerçekten. “
“O zaman neden bakıyorsun?”
“Benimkilerdendir diye düşündüm.”
“Seninkiler?”
“Ahad bahsetmedi mi? Yeni bir silah portatifim var.”
“Evet çizimleri demişti..
“Onlar bitti. Yani yakınlarda bir yerlerde olması gerekiyor. Eğer müddet verirsen sana sunabilirim.”
Babuka biraz durdu ve şüpheli bakışlarını üzerime dikti. “Dur bir dakika” diyerek söze girdi ve üzerime yürümeye başladı.
“Silahın içeriği ne? Ve bu ormanlıkta hangi cehennemden getirteceksin?”
“Fazla uzakta olmayan bir yerde depoladığım silahlar var. Sadece bir mühendis değilim. Eğer onay verirsen birkaç saate buraya bir örnek getirtebilirim ne dersin?”
Babuka şüpheli bakışlarını üzerimden çekti ve kulübenin içinde yürümeye başladı. Biraz düşündü ve taşındı. En sonunda kafasını bana çevirdi.
“Silahtan bahset bu dandik Uzilerdense seni onunla vururum.”
“Bir Uzi kadar hafif, bir AK-47 kadar etkili. Fazla ses yapmaz tutukluk riski diğerlerine göre minimumdur. Bir şarjör 54 mermi alır eğer inanmıyorsan telefon etmeme izin ver de sana yeni bebeğimin neler yapabildiğini kanıtlayayım.”
“Bahsettiğin şey bir silah için imkansız duruyor.”
“Burada senin eski model silahlarını tamir etmek için bulunmuyorum. Medeniyetten geliyorum. Şöyle düşün hala 20. Yüzyıldasınız ve ben size 21. Yüzyıldan silah getiriyorum. Henüz atom bombasından haberiniz yokken Hiroşima’nın tepesinde çoktan uçaklarımı uçuruyorum.”
“Buraya beni küçümsemeye mi geldin?”
“Hayır sadece Afrika’nın bu cehennemine yeni silahlar için bir Avrupalıyı neden seçtiklerini söylemeye çalışıyorum.”
Babuka’nın kafası karıştı. Sert biriydi ama aptal değildi en azından kendi ve çevresi bakımından. Kendi kafasında çözümleme yapmaya çalışırken yine bir şeyleri başka şeylere karıştırdım. Bu durumda bir adama artık enjekte edeceğiniz tek şey; koltuklarını kabartacak liderlik zırvaları.
“Hadi ama yüzbaşı. Burada bir ordu yönetiyorsun düşmanlarını geçtim dostların bile bu teknolojiye hayretler içinde bakacak. En güzel bisikletin sende olması gibi. Yada en güzel kızı senin götürmen gibi. Hepsini geçtim sadece bir tane beğenmesen bile cephanende kalsın. Bende silahlara bakar yenilemen için elimden geleni yaparım.”
“Pekala ara onları”
Hemen telefonumu çıkardım ve birkaç numara tuşlamış gibi kulağıma koydum. Suratımı asıp kafamı umutsuzca önce sağa sonra sola salladım.
“Çekmiyor dışarı çıkabilir miyim?”
“Elbette”
Bu kez dışarıya çıktım ve gerçekten numarayı çevirdim. Aradığım kişi Safir’den başkası değildi.
“Evet.” Dedi.
“Yüzbaşı silahı görmek istiyor kaç saatte burada olur?”
“40 dakika”
“O kadar yakında mısınız?”
“İnan bana Spinoza nefesini bile hissedebiliyoruz.”
Telefonu kapatıp yüzbaşının yanına döndüm 
“40 dakika”
“Oldukça erken.”
“Ferrarileri varmış.”

Yüzbaşı bıyık altı gülümsedi. Gaz lambasını alıp dışarıya çıktı. Birlikte çadırların arasından yürürken sesi çıkmıyordu. Yüzünde anlam veremediğim bir ifade vardı sırıtıyor gibiydi ama sanki bunu yaparken birileri ona acı çektiriyordu.