4 Temmuz 2015 Cumartesi

-Bölüm 1- Siyahı Kırmızıya Boya (güncel)

Arabamı ikinci kez çalıştırıp geldiğim yoldan doğru Lagos merkeze doğru sürdüm. Yaklaşık iki haftadır bu oksijenden nasibini almamış kara parçasında nefes almaya çalışıyordum. Merkezde Yaba Teknoloji Koleji’nin iki sokak aşağısına düşen normal şartlarda 2 odalı tek katlı kiralık evlerden birini makul bir fiyata kiralamıştım. Arabamı kapının önüne park edip içeriye girdim. Kapının girişinde duran eski tür halının saçakları her zaman ayağıma takılırdı ve ben şu iki hafta boyunca evime her girdiğimde bu halıya takılırdım aynı yaklaşık üç saniye önce olduğu gibi. Hemen mutfağa geçip ocaktaki çaydanlık altına su koyup altını yaktım. Lavaboda bıraktığım dünden kalma bardakları ellemeye yine tenezzül etmedim.  Ocakta duran tavadaki sosisleri çöpe boşaltıp evin camlarını açtım. İçerideki koku Varem’in çürümeye geçmiş olan bedeni ile eş değerdi. Arabama evlerden daha çok değer verirdim bu yüzden tuvalete bağladım hortumu camdan çıkarıp yola park ettiğim arabamı su ile elimden geldiği kadar yıkayıp kuruttum. Bu sırada büyük bir fincan Nijerya’da ünlü olan sade acı kahveden içiyordum. Wrangler’ın içini silip havalandırdıktan sonra arabayı kilitleyip içeriye girdim. Gece yaklaştıkça tüm o silah seslerinin, sıcağın, oksijenden yoksun havanın ve Ahad’ın sesinin etkisi ile migrenim azmaya başlamıştı. Karanlık bir odada acı çekmek migrenime ufakta olsa bir çözümdü. Haplarımdan iki tane içip karanlık odamın tozlu yatağına uzandım.
Karanlık sokak ışıkları ile aydınlanıyordu.  Bu sırada kafamın içinde büyüyen ağrı midemi etkiliyordu. Yada aç karnına iki tane aldığım haplardan dolayı zehirlenmiştim.  Şu an odaklanmam gereken zehirlenme değil kafamın içinde büyüyen ve sanki oradan bir şeyler sökmeden çıkmayacakmış gibi hissettiren migrendi.  Sırf bu yüzden öldürülürken ilk kurşunun beynimden geçmesini isterdim. Ölüme yakın olduğum zamanlar mermilere kafa atmayı bazen düşünsem de yaşamanın vermiş olduğu cesaret ölüme olan cesaretimden daha ağır kalıyordu.
Tavandaki çatlaklara bakmayı seçtim. Dünyada hiç kimseye hiçbir şey ifade etmeyen çatlaklar bana da hiçbir şey ifade etmiyordu. Gömleğimden yine bir sigara çıkararak tavan manzarasında içmeye başladım. Nikotin ve tütün Lagos’un havasından daha sağlıklıydı ve eminim karbon dioksit daha azdı. Sigaramdan büyük bir nefes çekip odanın havasız atmosferine bıraktım. Bir an aklıma başka biri geldi. Evet başka biri. İnsanların hayatlarını sonlandıran birinin asla mutlu bir hayat kuramayacağına inanıyordum bu benim inancım gibiydi. Belki agnostikliğe ihanet edip buna inanabilirdim. İnsanoğlu her şeye kolayca inanabiliyor. Şu an kendi kendimi ikna ettim ve kafamda uydurduğum bir kavrama ölümüne inanmayı seçtim. Dinler, akımlar, milliyetler yada bağlandığımız her hangi bir kavram. Hepsi böyle değil miydi? Bazıları uçan koyunlara inandı. Bazıları tek bir sıvıdan doğabilen bir çocuğa. Bazıları suyuna hasret kaldıkları denizi yaranlara inandı. Bazıları heykellere, bazıları hayallerine. Bazıları da hiçbir şeye inanmadı fakat açıklayamadı da. Herkes saygı istedi hiç kimse göstermedi. İnsan böyle bir varlık. İnsana göre adalet terazisi her zaman başkaları üzerinde işlemeliydi. İnsan kendisine gelince objektif olamazdı insan kimyası bozuk hastalıklı bencil bir organizmaydı. Bu Dünya’da o bahsettiğim bencil organizmalar bir statüye ulaşmak için yaşarlardı. Kiminin beklentisi büyük kiminin ki küçük. Bomboş oturup bütün gün televizyonlarda sıkıcı programları izlemek bile bir insanın amacı olabilirdi. Bende zevk aldığım işi seçtim. O  ondokuzluk keşin üzerine kustuktan sonra içimde oluşmuş 10 saniyelik pişmanlığın yerini önünü alamadığım bir zevke bırakmıştı.  Kendimi Olympos’lu tanrılar gibi hissetmiştim. Ondan sonra devamı geldi. Devamı geldikçe alıştım geldikçe içine girdim sonra anladım ki tanrı değil aynı diğer insanlar gibi her sabah işe gidip akşam mesaisinden geri dönen ve bunu kendisine alışkanlık etmiş insanlar. Onlardan farkım yoktu. Sevdiğim bir işte sıradanlaşmıştım. Ve anladım ki tanrı olmam için yaratmamda gerekiyordu. Söz gelimi bir böceği bile tanrı yaratmıştı fakat küçük bir çocuk üzerine basarak onu öldürmesi çocuğu tanrı yapmıyordu aynı benim bir insanı öldürmem gibi.
Bazılarının bu hayatta severek yaptığı işler vardır. Bazıları sevmediği işleri yapar ki onlar bu hayattan umudunu kesmiş hayvandan farksız insanlardı. Ben ise şanslı kesimdeydim. Tabancam ile birinin beynini dağıtmadan önce bu hayatta ne olacağıma dair bir fikrim yoktu. Ta ki öldürmenin bana vermiş olduğu o hazzı görene kadar. Elimdeki tabanca ile korkulu bir şekilde gülümsediğimi anımsıyordum. Korkmuştum ama gülümsüyordum. Deliliğim beni korkutmuyor ve bana haz veriyordu. ‘İşte bu!’ Dedim. ‘O hayatları sıkıcılıktan cehenneme dönen insanlardan değilim.’ Hala sevdiğim işi yapıyor, sevdiğim arabaya biniyor ve istediğim kadını becerebiliyordum. Belki bunun için para ödüyordum fakat istediğim kadar da para kazanıyordum. Neredeyse hayatı boka batmış bir erkeğin hayal ettiği her şeye sahiptim.
Göz kapaklarımın kapandığını ağrımın yavaş yavaş azaldığını hissediyordum. Belki gerçekten zehirlenmiştim bu benim hak etmediğim derecede huzurlu ve adaletsiz bir ölüm olurdu. Tanrılar adaletsizdi fakat bana kadar adaletsiz olduklarını düşünmüyordum.
Uyudum.
Bir köprü. Ucunda bir mabet, kilise veya sinagog değil. Hayatımda çok camii gördüm fakat bu onlardan değildi. Köprünün ucunda birisi vardı elinde AK-47 otomatik tüfek ile mabedi koruyor gibiydi uzaktaydı ve siyahiyi belki insanların hayallerindeki zenci İsa benim rüyama girmişti fakat İsa’nın AK-47 kullanması biraz ilginç kaçardı. Nehir tertemizdi ancak bir şeyler beliriyordu. Yüzlerce zencinin kafası nehrin yüzüne çıkarken nehir bir anda kırmızıya boyandı. Siyah nehir ölüler ile birlikte kan kırmızısı olmuştu. Köprüyü yürümeye devam etmedim. Geri dönmeyi seçtim. Uyandım.
Yine o acı kahveyi içip marketten aldığım kuru üzüm karışımı bir barı yedim. Ilık bir duşun ardından ilaçlarımı alıp Wrangler’ıma atladım. Kontağı yine ikinci çalıştırdığımda motordan beni tatmin eden o güzel ses geldi.
İlk sigaram ile birlikte bir oto tamircide zor bela taktırdığım CD çalar’a üzerine keçeli kalemle ‘Chris Rea ‘ yazılı  CD’yi taktım. Müzik zevkim  küçük yaşta hatırladığım babamın kasetlerinden ibaretti. Bu yüzden tüm kasetlerini zamanında CD’ye yazdıracak kadar akıllı davranmıştım. The Road to Hell şarkısı ise içinde bulunduğum atmosfere oldukça fazla uyuyordu.
A5 yolundan toprak yoluna girdim. Lagos’un merkezden oldukça uzağındaki ormanlık arazinin toprak yolunun üzerinde Ahad’ın villası vardı. İşi ilk olarak oradan almıştım ve engebeli yollar oldukça sinirimi bozardı. Wrangler’ı tercih etmemin temel sebebi de buydu ve hayır kesinlikle babamın arabası olduğu için sevmiyordum.  Büyük demirleri olan kapıya vardığımda iki koca adam ellerinde AK-47 ‘ler ile yanıma geldi. Bir el hareketi ile camı açmamı istediler. Kalın bir ses tonu benimle konuşmaya başladı.
“Ne için geldin?”
“Spinoza ben. Birkaç gün önce de buradaydım.”
“Sana ne için geldiğini sordum başka bir şey değil.”
Kendini sanki dünyanın en ünlü kişisini savunan bir korumacı sanan ve türlü havalara giren bu adam ile fazla münakaşa etmek istemiyordum. Her ne kadar beyinsiz dahi olsa elinde bir AK-47 bulunuyordu ve unutmayın Beyinsiz bir adam elinde AK-47 olan bir maymun kadar tehlikelidir.
“Kendisi beni bekliyor eğer elindeki telsiz ile Spinoza iş görüşmesi için geldi haberini verirsen anlayış ile karşılayacaktır.”
Yanındaki adam gözleri ile bu işi yapması niteliğindeki o bakışı attı. Kısa zaman sonra adam geri gelip önce arabamı sonra beni aradılar. İçeriye girdim. Büyük bir bahçenin ortasından geniş bir patika yolu aşıp sağında ve solunda iki dev sütun olan 4 katlı beyaz bir villanın kapısına vardım. İki adam bana yol göstererek villanın yanından arka bahçeye çıkardı. Villa adeta kale gibi korunuyordu. Biraz yürüdükten sonra büyük bir havuzun başında Ahad yanında bir kadın ile güneşleniyordu. Şezlongun yanına kadar geldim. Benim yerime ilk koruma konuştu.
“Patron Spinoza geldi.”
Ahad yerinden fırlayarak elindeki kokteyl bardağını benim yerime konuşan adamın üzerine büyük bir hınçla fırlattı.
“Buraya medeni adamlar geldiğinde bay yada bayan olarak hitap etmeyi ne zaman öğreneceksiniz salak herifler!”
Ahad’ın nezaketi gözlerimi doldurmuştu. Sinirli bir bakışın ardından gözlerini bana çevirdi.
“Hoş geldin kardeşim” diyerek gülümsemeye başladı ve gülümsemeye başladı. Tahta fakat oldukça lüks bir sandalyeye oturdum. Gözlerim bir anda Ahad’ın yanındaki iri göğüsleri olan kadına devirdim. Ahad yanındaki adamlara bir şeyler söylerken dikkatim bir anda sanki bir tonmuşçasına gözüken iri siyah göğüslere takılmıştı. Bu kadının o göğüsler ile nasıl ayakta durduğunu merak ederken Ahad’ın sesi ile irkildim.
“Bu arada seni karım Johari ile tanıştırayım”
Karısı mı?
“Johari bu iş arkadaşım Spinoza. İşinin ehli bir beyazdır.”
Johari elini uzattı. Ben yine aynı soruyu kendime sordum
‘Karısı mı?’
Elini sıkarak ‘Memnun oldum’ dedim.
“Bay Spinoza hediyenizi çok beğendiğimi belirtmek isterim çok naziksiniz”
“Hediye? Ha evet Bay Varem’in kafasından bahsediyorsunuz. Rica ederim.”
Araya Ahad girdi. “Bebeğim bize biraz müsaade eder misin?”
“Elbette” diyerek yüzünde memnun bir ifade ile yağa kalktı ve dik bir şekilde yürümeye başladı. Gerçektende göğüslerini taşıyabiliyordu ve bu duruşu takdire değerdi . Gerçi yeterince takdiri Ahad zaten veriyordu. Fakat kadının adı Johari değildi. Amerikan takıntısı olan bir adamın isim kökü Amerikalı zencilerden gelen ve anlamı mücevher olan bir kadın bulması tesadüf olamazdı. Fazla irdelemedim.
“Ne içersin Spinoza?”
“Viski. Sek.”
Cebimden sigaramı çıkarıp ilk önce Ahad’a ikram ettim. Paketten kendisi için sigara çıkardıktan sonra bende kendim için bir tane alıp dudağıma yerleştirdim. Nezaketen sigaraları Ahad yaktı. Bu sırada sek viskim geldi.
“Buyurun sizi dinliyorum” dedim meraklı gözükecek ciddi bir ses tonu ile.
“Başımı ağrıtan üç kişi var. Kısa zamanda bu adamların işini bitirmek istiyorum.”
Viskimden büyük bir yudum aldım. İlk aldığım yudum her zaman boğazımı tatlı bir şekilde yakardı. Saat henüz erkendi fakat sek bir viski içme imkânım varsa her zaman kabul ederdim.
“İstediğiniz bir ölüm şekli var mı?”
“Hayır. Sana bir telefon vereceğim birde numara. Öldürdüklerini bana bu telefondan fotoğraf yolu ile ulaştıracaksın. Bu pislikler evimde süs olmayı dahi hak etmiyor.
“Kim bu adamlar?”
“Lagos’un şu anda en büyüğü benim fakat bir adam dün akşam saatlerinde Abuja’dan gelmiş. Bölgeyi temizlemek istiyorum tüm Nijerya’da tek silah satıcısı. Beyazında siyahında canı cehenneme hepsini dümdüz etmek istiyorum. Ama onlar kadar aptal değilim. Bir ordu adam yerine tüm işleri tek bir adam ile gizliden bitirmeyi senin geldiğin yerden öğrendim Spinoza bu yüzden senin kapını çaldım.”
“Göğüsüm kabardı. Belirli bir süre var mı?”
“1 haftan var. Sana bağlantılarını Kamran verecek.”
“Kamran’da kim?”
“Önemsiz biri. Hayatı benim olan ve sadece benim için çalışan birisi. Sanayi bölgesine git. Kuzey blokta üzerine kırmızı çarpı atılmış geniş ve eski bir ev var görürsün mutlaka. Tüm bilgileri Kamran sana sağlayacak. Bu arada bu sefer ödemeni dolar ile yapacağım”
Sonunda parayı konuşacağımız kısma gelmiştik. En sevdiğim kısımlardan biriydi.
“Ne kadar öneriyorsunuz?”
“3 adam için toplam 125 bin Amerikan doları”
Bu para oldukça fazlaydı ve iştahımı kabartmıştı. Normal şartlarda hemen kabul edebilirdim fakat etmedim sebebi ise bu adamlar ölür ölmez bana ödeyeceği paranın 5 katı kazanacaktı.
“Adam başı 50 bin alırım. Fiyatım bu Bay Ahad.”
“25 bin dolar için aramızın kötü olmasını mı istiyorsun?”
“Bilmem siz istiyor musunuz?” Bu soru ile biraz ileriye gittiğimi kabul ediyorum.
Ahad biraz düşündü . Sert çıkışım onda ister istemez bir keyif uyandırmıştı. Adam başı 50 bin hala azdı fakat eli silahlarla dolu  onlarca zencinin arasında tek beyaz olarak ileriye gitmek pek akıl karı değildi.
“Pekâlâ, adam başı 50 bin. Fakat şu an avans olarak sadece 50 bin veririm kalanı 3 adamı öldürünce alırsın.” Elini uzattı. Bir defa sert çıkarak hakkımı doldurmuştum bu yüzden elini sıktım.
“Tamamdır.”
Ahad’ın işareti ile adamlar küçük bir çanta getirmişti. Çanta’nın içinde avansım ve bir kutu bulunuyordu. Ahad kutuyu açıp telefonu bana uzattı.
“Sadece bir numara var. Şarjını kutuda görürsün.”
Telefonu cebime atıp viskimden son bir yudum alıp ayağa kalktım.
“İyi şanslar Spinoza. Güvendiğim tek beyaz olarak sakın beni aptal yerine koyma.”
“Yakın zamanda görüşürüz Bay Ahad” çantayı elime aldım.

“Her halükarda mutlaka görüşeceğiz.”

Wattpad için tıklayın

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder