Arabamı ikinci kez çalıştırıp geldiğim yoldan doğru Lagos
merkeze doğru sürdüm. Yaklaşık iki haftadır bu oksijenden nasibini almamış kara
parçasında nefes almaya çalışıyordum. Merkezde Yaba Teknoloji Koleji’nin iki
sokak aşağısına düşen normal şartlarda 2 odalı tek katlı kiralık evlerden
birini makul bir fiyata kiralamıştım. Arabamı kapının önüne park edip içeriye
girdim. Kapının girişinde duran eski tür halının saçakları her zaman ayağıma
takılırdı ve ben şu iki hafta boyunca evime her girdiğimde bu halıya takılırdım
aynı yaklaşık üç saniye önce olduğu gibi. Hemen mutfağa geçip ocaktaki
çaydanlık altına su koyup altını yaktım. Lavaboda bıraktığım dünden kalma
bardakları ellemeye yine tenezzül etmedim.
Ocakta duran tavadaki sosisleri çöpe boşaltıp evin camlarını açtım.
İçerideki koku Varem’in çürümeye geçmiş olan bedeni ile eş değerdi. Arabama
evlerden daha çok değer verirdim bu yüzden tuvalete bağladım hortumu camdan
çıkarıp yola park ettiğim arabamı su ile elimden geldiği kadar yıkayıp
kuruttum. Bu sırada büyük bir fincan Nijerya’da ünlü olan sade acı kahveden
içiyordum. Wrangler’ın içini silip havalandırdıktan sonra arabayı kilitleyip
içeriye girdim. Gece yaklaştıkça tüm o silah seslerinin, sıcağın, oksijenden
yoksun havanın ve Ahad’ın sesinin etkisi ile migrenim azmaya başlamıştı.
Karanlık bir odada acı çekmek migrenime ufakta olsa bir çözümdü. Haplarımdan
iki tane içip karanlık odamın tozlu yatağına uzandım.
Karanlık sokak ışıkları ile aydınlanıyordu. Bu sırada kafamın içinde büyüyen ağrı midemi
etkiliyordu. Yada aç karnına iki tane aldığım haplardan dolayı
zehirlenmiştim. Şu an odaklanmam gereken
zehirlenme değil kafamın içinde büyüyen ve sanki oradan bir şeyler sökmeden
çıkmayacakmış gibi hissettiren migrendi.
Sırf bu yüzden öldürülürken ilk kurşunun beynimden geçmesini isterdim.
Ölüme yakın olduğum zamanlar mermilere kafa atmayı bazen düşünsem de yaşamanın
vermiş olduğu cesaret ölüme olan cesaretimden daha ağır kalıyordu.
Tavandaki çatlaklara bakmayı seçtim. Dünyada hiç kimseye
hiçbir şey ifade etmeyen çatlaklar bana da hiçbir şey ifade etmiyordu.
Gömleğimden yine bir sigara çıkararak tavan manzarasında içmeye başladım.
Nikotin ve tütün Lagos’un havasından daha sağlıklıydı ve eminim karbon dioksit
daha azdı. Sigaramdan büyük bir nefes çekip odanın havasız atmosferine
bıraktım. Bir an aklıma başka biri geldi. Evet başka biri. İnsanların
hayatlarını sonlandıran birinin asla mutlu bir hayat kuramayacağına inanıyordum
bu benim inancım gibiydi. Belki agnostikliğe ihanet edip buna inanabilirdim.
İnsanoğlu her şeye kolayca inanabiliyor. Şu an kendi kendimi ikna ettim ve
kafamda uydurduğum bir kavrama ölümüne inanmayı seçtim. Dinler, akımlar, milliyetler
yada bağlandığımız her hangi bir kavram. Hepsi böyle değil miydi? Bazıları uçan
koyunlara inandı. Bazıları tek bir sıvıdan doğabilen bir çocuğa. Bazıları
suyuna hasret kaldıkları denizi yaranlara inandı. Bazıları heykellere, bazıları
hayallerine. Bazıları da hiçbir şeye inanmadı fakat açıklayamadı da. Herkes
saygı istedi hiç kimse göstermedi. İnsan böyle bir varlık. İnsana göre adalet
terazisi her zaman başkaları üzerinde işlemeliydi. İnsan kendisine gelince
objektif olamazdı insan kimyası bozuk hastalıklı bencil bir organizmaydı. Bu
Dünya’da o bahsettiğim bencil organizmalar bir statüye ulaşmak için yaşarlardı.
Kiminin beklentisi büyük kiminin ki küçük. Bomboş oturup bütün gün
televizyonlarda sıkıcı programları izlemek bile bir insanın amacı olabilirdi.
Bende zevk aldığım işi seçtim. O
ondokuzluk keşin üzerine kustuktan sonra içimde oluşmuş 10 saniyelik
pişmanlığın yerini önünü alamadığım bir zevke bırakmıştı. Kendimi Olympos’lu tanrılar gibi
hissetmiştim. Ondan sonra devamı geldi. Devamı geldikçe alıştım geldikçe içine
girdim sonra anladım ki tanrı değil aynı diğer insanlar gibi her sabah işe
gidip akşam mesaisinden geri dönen ve bunu kendisine alışkanlık etmiş insanlar.
Onlardan farkım yoktu. Sevdiğim bir işte sıradanlaşmıştım. Ve anladım ki tanrı olmam
için yaratmamda gerekiyordu. Söz gelimi bir böceği bile tanrı yaratmıştı fakat
küçük bir çocuk üzerine basarak onu öldürmesi çocuğu tanrı yapmıyordu aynı
benim bir insanı öldürmem gibi.
Bazılarının bu hayatta severek yaptığı işler vardır.
Bazıları sevmediği işleri yapar ki onlar bu hayattan umudunu kesmiş hayvandan
farksız insanlardı. Ben ise şanslı kesimdeydim. Tabancam ile birinin beynini
dağıtmadan önce bu hayatta ne olacağıma dair bir fikrim yoktu. Ta ki öldürmenin
bana vermiş olduğu o hazzı görene kadar. Elimdeki tabanca ile korkulu bir
şekilde gülümsediğimi anımsıyordum. Korkmuştum ama gülümsüyordum. Deliliğim
beni korkutmuyor ve bana haz veriyordu. ‘İşte bu!’ Dedim. ‘O hayatları
sıkıcılıktan cehenneme dönen insanlardan değilim.’ Hala sevdiğim işi yapıyor,
sevdiğim arabaya biniyor ve istediğim kadını becerebiliyordum. Belki bunun için
para ödüyordum fakat istediğim kadar da para kazanıyordum. Neredeyse hayatı
boka batmış bir erkeğin hayal ettiği her şeye sahiptim.
Göz kapaklarımın kapandığını ağrımın yavaş yavaş azaldığını
hissediyordum. Belki gerçekten zehirlenmiştim bu benim hak etmediğim derecede
huzurlu ve adaletsiz bir ölüm olurdu. Tanrılar adaletsizdi fakat bana kadar
adaletsiz olduklarını düşünmüyordum.
Uyudum.
Bir köprü. Ucunda bir mabet, kilise veya sinagog değil.
Hayatımda çok camii gördüm fakat bu onlardan değildi. Köprünün ucunda birisi
vardı elinde AK-47 otomatik tüfek ile mabedi koruyor gibiydi uzaktaydı ve
siyahiyi belki insanların hayallerindeki zenci İsa benim rüyama girmişti fakat
İsa’nın AK-47 kullanması biraz ilginç kaçardı. Nehir tertemizdi ancak bir
şeyler beliriyordu. Yüzlerce zencinin kafası nehrin yüzüne çıkarken nehir bir
anda kırmızıya boyandı. Siyah nehir ölüler ile birlikte kan kırmızısı olmuştu.
Köprüyü yürümeye devam etmedim. Geri dönmeyi seçtim. Uyandım.
Yine o acı kahveyi içip marketten aldığım kuru üzüm karışımı
bir barı yedim. Ilık bir duşun ardından ilaçlarımı alıp Wrangler’ıma atladım.
Kontağı yine ikinci çalıştırdığımda motordan beni tatmin eden o güzel ses geldi.
İlk sigaram ile birlikte bir oto tamircide zor bela
taktırdığım CD çalar’a üzerine keçeli kalemle ‘Chris Rea ‘ yazılı CD’yi taktım. Müzik zevkim küçük yaşta hatırladığım babamın
kasetlerinden ibaretti. Bu yüzden tüm kasetlerini zamanında CD’ye yazdıracak
kadar akıllı davranmıştım. The Road to Hell şarkısı ise içinde bulunduğum atmosfere
oldukça fazla uyuyordu.
A5 yolundan toprak yoluna girdim. Lagos’un merkezden oldukça
uzağındaki ormanlık arazinin toprak yolunun üzerinde Ahad’ın villası vardı. İşi
ilk olarak oradan almıştım ve engebeli yollar oldukça sinirimi bozardı.
Wrangler’ı tercih etmemin temel sebebi de buydu ve hayır kesinlikle babamın
arabası olduğu için sevmiyordum. Büyük demirleri
olan kapıya vardığımda iki koca adam ellerinde AK-47 ‘ler ile yanıma geldi. Bir
el hareketi ile camı açmamı istediler. Kalın bir ses tonu benimle konuşmaya
başladı.
“Ne için geldin?”
“Spinoza ben. Birkaç gün önce de buradaydım.”
“Sana ne için geldiğini sordum başka bir şey değil.”
Kendini sanki dünyanın en ünlü kişisini savunan bir korumacı
sanan ve türlü havalara giren bu adam ile fazla münakaşa etmek istemiyordum.
Her ne kadar beyinsiz dahi olsa elinde bir AK-47 bulunuyordu ve unutmayın
Beyinsiz bir adam elinde AK-47 olan bir maymun kadar tehlikelidir.
“Kendisi beni bekliyor eğer elindeki telsiz ile Spinoza iş
görüşmesi için geldi haberini verirsen anlayış ile karşılayacaktır.”
Yanındaki adam gözleri ile bu işi yapması niteliğindeki o
bakışı attı. Kısa zaman sonra adam geri gelip önce arabamı sonra beni aradılar.
İçeriye girdim. Büyük bir bahçenin ortasından geniş bir patika yolu aşıp
sağında ve solunda iki dev sütun olan 4 katlı beyaz bir villanın kapısına
vardım. İki adam bana yol göstererek villanın yanından arka bahçeye çıkardı.
Villa adeta kale gibi korunuyordu. Biraz yürüdükten sonra büyük bir havuzun
başında Ahad yanında bir kadın ile güneşleniyordu. Şezlongun yanına kadar
geldim. Benim yerime ilk koruma konuştu.
“Patron Spinoza geldi.”
Ahad yerinden fırlayarak elindeki kokteyl bardağını benim
yerime konuşan adamın üzerine büyük bir hınçla fırlattı.
“Buraya medeni adamlar geldiğinde bay yada bayan olarak
hitap etmeyi ne zaman öğreneceksiniz salak herifler!”
Ahad’ın nezaketi gözlerimi doldurmuştu. Sinirli bir bakışın
ardından gözlerini bana çevirdi.
“Hoş geldin kardeşim” diyerek gülümsemeye başladı ve
gülümsemeye başladı. Tahta fakat oldukça lüks bir sandalyeye oturdum. Gözlerim
bir anda Ahad’ın yanındaki iri göğüsleri olan kadına devirdim. Ahad yanındaki
adamlara bir şeyler söylerken dikkatim bir anda sanki bir tonmuşçasına gözüken
iri siyah göğüslere takılmıştı. Bu kadının o göğüsler ile nasıl ayakta
durduğunu merak ederken Ahad’ın sesi ile irkildim.
“Bu arada seni karım Johari ile tanıştırayım”
Karısı mı?
“Johari bu iş arkadaşım Spinoza. İşinin ehli bir beyazdır.”
Johari elini uzattı. Ben yine aynı soruyu kendime sordum
‘Karısı mı?’
Elini sıkarak ‘Memnun oldum’ dedim.
“Bay Spinoza hediyenizi çok beğendiğimi belirtmek isterim
çok naziksiniz”
“Hediye? Ha evet Bay Varem’in kafasından bahsediyorsunuz.
Rica ederim.”
Araya Ahad girdi. “Bebeğim bize biraz müsaade eder misin?”
“Elbette” diyerek yüzünde memnun bir ifade ile yağa kalktı
ve dik bir şekilde yürümeye başladı. Gerçektende göğüslerini taşıyabiliyordu ve
bu duruşu takdire değerdi . Gerçi yeterince takdiri Ahad zaten veriyordu. Fakat
kadının adı Johari değildi. Amerikan takıntısı olan bir adamın isim kökü Amerikalı
zencilerden gelen ve anlamı mücevher olan bir kadın bulması tesadüf olamazdı.
Fazla irdelemedim.
“Ne içersin Spinoza?”
“Viski. Sek.”
Cebimden sigaramı çıkarıp ilk önce Ahad’a ikram ettim.
Paketten kendisi için sigara çıkardıktan sonra bende kendim için bir tane alıp
dudağıma yerleştirdim. Nezaketen sigaraları Ahad yaktı. Bu sırada sek viskim
geldi.
“Buyurun sizi dinliyorum” dedim meraklı gözükecek ciddi bir
ses tonu ile.
“Başımı ağrıtan üç kişi var. Kısa zamanda bu adamların işini
bitirmek istiyorum.”
Viskimden büyük bir yudum aldım. İlk aldığım yudum her zaman
boğazımı tatlı bir şekilde yakardı. Saat henüz erkendi fakat sek bir viski içme
imkânım varsa her zaman kabul ederdim.
“İstediğiniz bir ölüm şekli var mı?”
“Hayır. Sana bir telefon vereceğim birde numara.
Öldürdüklerini bana bu telefondan fotoğraf yolu ile ulaştıracaksın. Bu pislikler
evimde süs olmayı dahi hak etmiyor.
“Kim bu adamlar?”
“Lagos’un şu anda en büyüğü benim fakat bir adam dün akşam
saatlerinde Abuja’dan gelmiş. Bölgeyi temizlemek istiyorum tüm Nijerya’da tek
silah satıcısı. Beyazında siyahında canı cehenneme hepsini dümdüz etmek
istiyorum. Ama onlar kadar aptal değilim. Bir ordu adam yerine tüm işleri tek
bir adam ile gizliden bitirmeyi senin geldiğin yerden öğrendim Spinoza bu
yüzden senin kapını çaldım.”
“Göğüsüm kabardı. Belirli bir süre var mı?”
“1 haftan var. Sana bağlantılarını Kamran verecek.”
“Kamran’da kim?”
“Önemsiz biri. Hayatı benim olan ve sadece benim için
çalışan birisi. Sanayi bölgesine git. Kuzey blokta üzerine kırmızı çarpı
atılmış geniş ve eski bir ev var görürsün mutlaka. Tüm bilgileri Kamran sana
sağlayacak. Bu arada bu sefer ödemeni dolar ile yapacağım”
Sonunda parayı konuşacağımız kısma gelmiştik. En sevdiğim
kısımlardan biriydi.
“Ne kadar öneriyorsunuz?”
“3 adam için toplam 125 bin Amerikan doları”
Bu para oldukça fazlaydı ve iştahımı kabartmıştı. Normal
şartlarda hemen kabul edebilirdim fakat etmedim sebebi ise bu adamlar ölür
ölmez bana ödeyeceği paranın 5 katı kazanacaktı.
“Adam başı 50 bin alırım. Fiyatım bu Bay Ahad.”
“25 bin dolar için aramızın kötü olmasını mı istiyorsun?”
“Bilmem siz istiyor musunuz?” Bu soru ile biraz ileriye
gittiğimi kabul ediyorum.
Ahad biraz düşündü . Sert çıkışım onda ister istemez bir
keyif uyandırmıştı. Adam başı 50 bin hala azdı fakat eli silahlarla dolu onlarca zencinin arasında tek beyaz olarak
ileriye gitmek pek akıl karı değildi.
“Pekâlâ, adam başı 50 bin. Fakat şu an avans olarak sadece
50 bin veririm kalanı 3 adamı öldürünce alırsın.” Elini uzattı. Bir defa sert
çıkarak hakkımı doldurmuştum bu yüzden elini sıktım.
“Tamamdır.”
Ahad’ın işareti ile adamlar küçük bir çanta getirmişti.
Çanta’nın içinde avansım ve bir kutu bulunuyordu. Ahad kutuyu açıp telefonu
bana uzattı.
“Sadece bir numara var. Şarjını kutuda görürsün.”
Telefonu cebime atıp viskimden son bir yudum alıp ayağa
kalktım.
“İyi şanslar Spinoza. Güvendiğim tek beyaz olarak sakın beni
aptal yerine koyma.”
“Yakın zamanda görüşürüz Bay Ahad” çantayı elime aldım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder